Takip Et

Jeotermalde savcıllı öncesi ve sonrası-6

Dünkü yazımızda jeotermal enerji başta olmak üzere sanayi, madencilik ve buna benzer bazı sektörlerin çevreye, insana, doğaya, gelecek nesillere zarar vermeden üretim yapmalarını sağlamak ve üretim süreçlerini denetlemek amacı ile ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) raporunun bir gereklilik haline getirildiğini, bu uygulamanın batı ülkelerinde amacına uygun olarak titizlikle uygulandığını yazdık.

Ne yazık ki bizde ÇED’in en özensiz uygulandığı alanların başında jeotermal enerji gelmektedir.

1982 Anayasasının 56. maddesinde “Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir” denilmekte ve çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir hükmünü getirmektedir.

11 Ağustos 1983 tarihinde yayımlanmış olan 2872 Sayılı Çevre Kanunu, çevreyle doğrudan ilgili olarak hazırlanmış olan bir dizi yasal düzenlemenin başında gelmektedir.

Çevre Kanunu’nda yer alan temel ilkeler; çevrenin korunması konusunda devlet yanında vatandaşın da sorumluluk taşıdığı, çevre korunması ve kirliliğine ilişkin karar ve önlemlerin tespit ve uygulamasından bunların kalkınma çalışmalarına olan etkileri dikkate alınarak değerlendirilmesi gerektiğidir.

ÇED, ülkemizde 7 Şubat 1993 tarihinden bu yana uygulanmaktadır.

ÇED Yönetmeliği ile ilgili revizyon yapılmış ve 16.12.2003 tarih ve 25318 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. Bu yönetmeliğe dayanılarak 24.02.2004 tarih ve 25383 sayılı Resmi Gazete’de Yeterlik Tebliği yayımlanarak yürürlüğe girmiş ve ÇED Raporu hazırlayacak kurum ve kuruluşlarda Yeterlik Belgesi şartı getirilmiştir.

Diğer fosil enerji kaynakları ile kıyaslandığında temiz ve çevre dostu olarak ilan edilen, ancak gerçekte uygulamasının tam tersi bir görüntü ve sonuç verdiği artık acı bir gerçek olan jeotermal enerjinin uygulamalarında gerekli hassasiyet gösterilmediği, çevreye karşı birçok olumsuz etkiler ortaya çıktığı göz önünde bir sonuçtur. Bu olumsuz etkiler nedeniyle, hava, toprak ve su ortamlarında önemli kirlenmeler oluşurken bütün bunlar biyolojik ve sosyo-ekonomik hayatı da etkilemektedir.

Jeotermal enerji kaynakları uzun yıllar Maden Kanunu kapsamında yer almış ve ilk defa 2007 yılında 5686 sayılı Jeotermal Kaynaklar ve Doğal Mineralli Sular Kanunu ile “jeotermal” kelimesi bir kanun adında kullanılmıştır. Fakat bu Kanun’la da jeotermal kaynaklar ve doğal mineralli suların niteliklerinin farklılığı göz önüne alınmadan tek bir yasa ile düzenlemeye gidilmiştir. Jeotermal ve doğal mineralli su kaynaklarının etkin bir şekilde aranması, araştırılması, geliştirilmesi, üretilmesi, korunması, bu kaynaklar üzerinde hak sahibi olunması ve hakların devredilmesi, çevre ile uyumlu olarak ekonomik şekilde değerlendirilmesi ve terk edilmesi ile ilgili usul ve esasları düzenlemek amacıyla çıkarılan 5686 sayılı kanunun uygulanmasına dair usül ve esasları belirten ve 2007 yılı Aralık ayında çıkarılan Jeotermal Kaynaklar ve Doğal Mineralli Sular Kanunu Uygulama Yönetmeliği’nde de durum farklı değildir. Yönetmelik verimlilik ve geri dönüşümün sağlanmasına, kaynakların etkin kullanımına denetimine uygun hükümleri içermediği gibi çevresel konularda da çok net ve açık tabirler yer almamaktadır. Genelde çevre mevzuatına uygun olmak ve çevre limitlerini aşmamak gibi genel ibareler kullanılmakta olup net olarak ilgili kanunlardan bahsedilmemektedir.

1993 yılında çıkartılıp, en son güncellemesi 16.12.2004 tarihinde yapılan 25672 sayılı ÇED Yönetmeliği jeotermal enerji açısından incelendiğinde, öncelikli olarak yönetmeliğin EK-2 listesinde (Seçme, Eleme Kriterleri Uygulanacak Projeler Listesi) Enerji başlığı altında 24. maddede “ısıl kapasitesi 5 MWt ve üzeri olan jeotermal kaynağın çıkartılması ve jeotermal enerji kullanan tesisler” den bahsedildiği görülmektedir. EK-2’ de yer alan tesisler için ise ÇED raporu tamamen zorunlu bir hale getirilmemiştir. 

ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.