Kaz dağları, Yırca derken sıra Aydın’a geldi. Aydın zeytininin başında da jeotermal belası mevcut.
1967 yılından itibaren Buharkent Kızıldere’de başlayan jeotermal araştırma çalışmaları 2007 yılında 5686 sayılı yasanının yürürlüğe girmesi ile yeni bir ivme kazandı.
Kızıldere’den başlayıp Söke’nin Moralı mahallesine kadar uzanan fay kırıkları altında yer alan jeotermal rezervler para babası holdinglerin dikkatini çekmeye başladı. Yaklaşık 125 kilometre uzunluğundaki bu hat üzerinde MİGEM (Maden İşleri Genel Müdürlüğü) tarafından yasa gereğince birbirlerine cam kırıklarına benzer şekillerde oluşturulmuş “jeotermal imtiyaz alanları” oluşturuldu. Bu alanlar imtiyaz sahiplerine 49 ‘ar yıllığına kiralandı.
Önce 1. Sınıf tarım alanlarının ortalarında birkaç dekarlık araziler satın alarak sondaj kuleleri yükseltmeye başladılar. Ne yazık ki çevre üreticileri daha neyin ne olduğunu anlayamamışlardı. Dekarı 5-10 bin liradan rayiç bedel biçilen bu küçük alanlar neredeyse 20-25 bin liralardan satılmaya başlanmıştı. İşte çevre felaketi o zaman başlamıştı.
İlk belirtiler Kızıldere’de görülmeye başlandı. Üretime bağlı basınç düşümü nedeniyle, kuyuların ve sahanın üretilebilirliğinin düşmesi ve kuyularda meydana gelen korozyonlar nedeniyle, kuyuların sık sık üretim dışı kalması ile yeni yeni yüzelerce kuyu açılmaya başlandı. Kızıldere jeotermal alanda 1968-2007 yılları arasında kuyular ilk inşa edilen santral çevresinde iken yasanın yürürlüğe girmesi ile tarım alanlarının kalbine doğru açılmaya başlandı. Tarıma doğrudan zarar da bu noktada başladı.
Kuyu başlarına uzanan toprak yollarda işleyen taşıma araçlarının zeminden ürettiği toz, döllenme döneminde başta incir, zeytin ve üzümde olmak üzere tüm çiçekli bitkilerde ürün ve kalite kaybına neden olmaya başladı. Ardından hemen “kırmızı örümcek zararlısı” üremeye başladı. Bu da üreticinin cebinden çıkan ek masraf olurken, konunun sahibinin olmaması yapanın yanında kar kalmasını sağladı.
Üretim kuyuları açılmıştı. Ancak yasa yürürlüğe girmediği için re-enjeksiyon şartı getirilmediği için tüm jeotermal akışkanların vahşice doğaya salınması ile toprak ve su kirliliği başladı. Kuyuların tekniğine uygun kazılıp inşa edilmemesi sonucu yer altı suları hızla kirlenirken, kuyulardan boşalan yüz milyonlarca ton sıvı akışkan Büyük Menderes’e boşalıyordu.
Bir zamanların pamukta çapaya, hasada giden çiftçilerin içme suyunu temin eden Büyük Menderes kirlenmeye, zehirlenmeye başlamıştı.100 kiloluk yayın balıklarının, sarı sazanların, ak sazanların, yılan balıklarının yaşadığı nehre bor içeriği ve sodalı sular, sulamaya zararlı kimyasallar karışmaya başladı. Solucan taktığımız oltalar boş gelmeye, attığımız serpmelere sazanlar dolmamaya başladı. Askın oltalara taktığımız minik sazan balıklarını artık yayınlar yemiyordu. Çünkü önce yayın balıkları öldü. Serpmelerle çuvallar dolusu balık tutar, konu komşuya dağıtırdık. Artık o balıklarda yok olmuştu. Balıktan vazgeçtik; kurbağalar vıraklamaz olmuştu akşam karanlıklarında. En çok nefret ettiğimiz sivrisinekleri bile özlemeye başlamıştık.
Jeotermal kirlilik yetmezmiş gibi daha doğudan, daha büyük bir felaket daha Büyük Menderes’in özünü zehirlemeye başlamıştı. Denizli’nin sanayi ve evsel atıkları da Büyük Menderes’e dökülmeye başladı. Tekstil fabrikalarının kimyasalları zehirlerken boya fabrika ve atölyelerinin o, pis ve bulanık renkleri Büyük Menderes’in turkuaz mavisine tecavüz etti. Menderes’imiz bir gün sarı, bir gün mavi, bir gün yeşil aktı. Hele gri aktığı günlerde turkuazı özledik hep. Başkaca akarsuyumuz olmadığı için tarlamızı, incirimiz ve zeytinimizi bu zehirli suyla sulamaya başladık.
Ne çare ki Büyük Menderes ölmüştü. İki katilin elinde can verdi. Jeotermal akışkanlar ve Denizli’nin sanayi ve evsel atıklarının elinden. Her şey ölürken sıra zeytine de gelecekti.
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.