“İklim değişikliği ve kuraklık, bilinen en eski tarihlerden bu yana yaşanan bir doğal olaydır. İklim değişiminin temel nedeni ise, aşırı CO2 birikimi nedeniyle atmosfer ve okyanuslardaki sıcaklığın artması olarak tanımlanabilecek küresel ısınmadır. Küresel ısınma ve bunun bir sonucu olan iklim değişikliği ve kuraklığın doğal faktörlerden çok, insanların normalin üzerinde sera gazı salımı, toprak, su ve biyolojik kaynakların yanlış veya aşırı kullanımı gibi olumsuz uygulamalarının etkisi ile meydana geldiği bilimsel olarak ortaya konmuştur.”
“Tarımsal kuraklığın olumsuz etkilerini azaltmak, kuraklık olmadan önceki dönemlerde alınacak tedbirler ve kuraklığın yaşandığı dönemlerde yapılacak doğru planlamalarla mümkündür. Dolayısıyla kuraklıktan önceki dönemde alınacak tedbirler ve kuraklık yaşanırken atılacak adımlar ayrı ayrı planlanmalıdır. Yağışların devamlılığını sağlayarak, su arzını artırmak elimizde olmasa da kuraklıktan kaynaklanan olumsuz etkileri azaltmak belirli korunma politikaları ve önlemlerin devreye konulması ile mümkündür.
Sonuçta dünyada ve ülkemizde kuraklık yönündeki olumsuz iklim değişimleri ve artan su talepleri, kuraklık riskini göz önünde bulunduracak şekilde bir planlama ve yönetimi gerekli kılmaktadır. Bu noktada içinde bulunduğumuz kuraklık, ulusal düzeyde konu ile ilgili önlemlerin alınması açısından, bir çalışma yapılması ihtiyacını ortaya çıkarmış ve işlenmesi önerilmiştir.
Bu doğrultuda 10. Kalkınma Planı’nda kuraklıkla mücadeleye birçok atıfta bulunulmuş, özellikle 2.3.8 Toprak ve Su Kaynakları Yönetimi başlığı altında “Çölleşme ve kuraklıkla mücadele alanında hazırlanan strateji ve eylem planlarının etkin bir şekilde uygulanması, erozyonla mücadelenin etkinleştirilmesi, kirliliğin önlenmesi, toprak yönetiminde koordinasyonun güçlendirilmesi böylece toprağın korunması ve verimli kullanılması öncelikli görülmektedir” ifadeleriyle konunun önemi vurgulanmıştır.
Yaklaşık 100 yıldır bilinen ve incelenmekte olan küresel ısınma, toplumun ilgisini son 25 yıl içinde çekmeye başlamıştır. İlk kez 1979 yılında Dünya Meteoroloji Örgütü (World Meteorological Organization-WMO) öncülüğünde “Birinci Dünya İklim Konferansı” düzenlenmiş ve Konferansta, fosil yakıtlardan ve CO2 birikiminden kaynaklanan küresel iklim değişikliği vurgulanmıştır. Daha sonra, Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) ve WMO’nun ortak girişimiyle 1988 yılında, Hükümetler arası İklim Değişikliği Paneli (Intergovernmental Panel on Climate Change-IPCC) kurulmuştur. 1990 yılına gelindiğinde, Birleşmiş Milletler ve WMO öncülüğünde “İkinci Dünya İklim Konferansı” düzenlenmiştir.
5-12 Haziran 1992 tarihleri arasında Rio’da düzenlenen konferans olmuştur. Rio Çevre ve Kalkınma Konferansı sonucunda bir deklarasyon yayınlanmış ve Birleşmiş Milletler ve Avrupa Topluluğu ülkelerinin de içinde bulunduğu 184 ülkenin taraf olduğu, atmosferde tehlikeli bir boyuta varan insan kaynaklı sera gazı salımlarının, iklim sistemi üzerindeki olumsuz etkisini önlemeyi ve belli bir seviyede tutmayı amaçlayan “Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi” 21 Mart 1994 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
Kyoto Protokolü sanayileşmiş ülke taraflarına bağlayıcı sera gazı salım sınırlama ve azaltım yükümlülükleri getirmiştir.
11. Kalkınma Planı’nda ise çevre ve doğal kaynakların korunması, kalitesinin iyileştirilmesi, etkin, entegre ve sürdürülebilir şekilde yönetiminin sağlanması, her alanda çevre ve iklim dostu uygulamaların gerçekleştirilmesi, toplumun her kesiminin çevre bilinci ile duyarlılığının artırılması amaçlanmıştır.
Ancak yapılan tüm küresel toplantılar somut sonuçlar getirmemiş,en fazla CO2 üreten üç ülke olan ABD,Çin ve Hindistan üretim kısıtlamasının önüne engeller koymuşlardır.
Kaynak:3 Tarım Şurası Kararları
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.