Günümüz çiftçisinin devletten en büyük şikâyeti milli gelirden hak ettiği payı alamaması, tarım sektörünün ekonomik olarak diğer sektörlerin gerisinde bir gelire sahip olmasıdır.
Osmanlı Devleti’nde ise gelir dağılımının kısmen adaletli olduğu ve sermaye birikimine imkân sağlayacak bir şekilde dağılmadığı sonucuna ulaşmak mümkündür.
Üst gelir gurubu çok az olduğundan, nüfusun yoğunluğu orta ve alt gelir gurubunda toplanmıştır. Bu durum, köyün kendi içindeki gelir dağılımının nispeten adaletli (bugünün üst orta gelir grubunu temsil eden ülkelerdeki dağılıma yakın) olmasının yanında genel olarak bakıldığında köylülerin %80’inin geçimlik bir gelire sahip olduğunu da göstermektedir. Devletin gelir dağılımında adaletli olma kaygısını vergi öncesi ve sonrasında hesaplanan katsayılarına bakarak saptamak imkânı vardır (118).
Oysa köylünün ziraî ürününden alınan aşar vergisi ve küçükbaş hayvanlardan 1/20 oranında alınan ağnam vergisi (büyükbaş hayvanlardan vergi alınmıyordu) her hanenin gelirinden düşüldükten sonra hesaplanan katsayısı 0,27 olarak bulunmaktadır. Bu katsayı bir Osmanlı köyünde bugünün en gelişmiş ülkelerindeki gelirin dağılımından daha adaletli bir dağılım olduğunu göstermektedir.
İlginç olan nokta, devletin gelir üzerine aşar ve ağnam vergilerine ek olarak koyduğu vergi-i mahsusa eklenerek elde edilen toplam verginin brüt gelirden çıkarılması suretiyle elde edilen kullanılabilir gelir üzerinden hesaplanan gini katsayısının tekrar 0,46’lara yükselmesidir. Katsayılardaki bu değişme bizi önemli sonuçlara götürmektedir. İlk sonuç, devletin sermaye gelirinden aldığı vergiyi, yüksek sermaye (toprak ve hayvan) sahibi gruplar üzerinde bir vergi baskısı oluşturmayı amaçlayacak biçimde aldığını göstermektedir ki; bu durum, bu vergi politikasının klasik dönem zihnî esaslarından, sermayenin belirli ellerde toplanmasının önlenmesi ilkesi ile uyumlu olduğunu düşündürmektedir. Oysa devletin gelirlere endeksli olarak (kardeşçe ve komşuca) tarh ve tahsil ettiği vergi-i mahsusa, gelir dağılımında adaleti tesis etme kaygısı gütmediği gibi, aşar ve ağnam vergilerinin adalet yönündeki baskısını ters tarafa, adaletsizliğe doğru asılmaktadır. Devlet, sermaye büyüklüğü ile doğru orantılı bir ilişki içinde olma ihtimali güçlü olan gelirlerden vergileri alırken adalet kaygısı gözetmekte, sermaye sahiplerinin bu gelirlerini törpülemektedir (119).
Bu etkide devletin suçunun bulunduğunu söylemek doğru olmaz. Nakdî ekonomiye geçiş sürecinin hızlanması ile birlikte, devlet yüzlerce vergi kalemini azaltmak ve aynı zamanda adaletli bir vergi sistemi kurmak amacıyla 1840 sayımlarını yaptırmıştı. Bu sayımlar sonucunda ise vergi birimleri (mahalle, karye vb.) üzerine, o birimin yetkilileri tarafından her bir mükellefe kardeşçi ve komşuca dağıtılmak üzere an cemaatin ve maktu bir vergiyi saldı. Ancak 1844’e gelindiğinde özellikle, üzerinde durduğu adil bir vergi sistemi oluşturulma amacının gerçekleşmediğini gördü. Vergiyi hakça dağıtmakla görevli olan yetkililerin buna riayet etmedikleri anlaşıldı. Nitekim Alpu Köyü’nde ilk iki mükellefin (imam ve muhtar) sene-i sabıkada vergiyi mahsusa miktarlarının sıfır olması da devletin bu algısını doğrulamaktadır. Kaldı ki, muhtarın mal varlığı ve geliri hiç de küçümsenecek bir düzeyde değildi (120).
Gelirin dağılımı dışında, gelirin kullanım alanları da, gelirin biriktirilip (S); ticarete, zanaata ya da başka alanlara aktarılabilecek bir fonun oluşup oluşmadığını belirleyen bir faktördür. T. Güran’ın yaptığı hesaplamalar bu nedenle anlamlıdır. Güran’a göre köylüler yaklaşık olarak gelirlerinin 1/5’ini vergi olarak ödemekte, 2/5’ini tüketim giderlerine ve kalan 2/5’ini de bir sonraki dönemin üretim harcamalarına aktarmaktadırlar (121).
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.