Çok yalnızım, aşık olamıyorum, kimse beni anlamıyor, bir türlü ilişki kuramıyorum, hani ruh ikizim nerede?, ben hiç mutlu olamayacak mıyım? diye çırpınıp duran ey aşktan, sevgiden yana dertli modern insan!...
Modern filozof Alain de Botton’un Hürriyet Gazetesi’nde Ali Tufan Koç’a verdiği nefis bir röportaj vardı.
Botton orada tüm bu dertleri duymuş gibi bir bir yanıtlamış. Ama öyle el bebek gül bebek bakılmamış, sert girmiş.
Örneğin demiş ki; “Ancak kendinden vazgeçebilince başlar aşk...” Modern hayatta başkasının mutluluğunu, kendi mutluluğundan önce düşünebilir misin? Geçmiş yüz yıllarda bu çok mümkündü. İnsan hayatının kapladığı alan sınırlı, dünyası küçüktü. Hayattaki seçeneklerin sonsuz olduğu bir düzende kendinden vazgeçebilmek kolay değil. Yani şu anda yaşadıklarımız aslında tam olarak aşk değil. İddia bu.
Botton diyor ki; “Önce yalnızlığınızı kabullenin. Sonra aşkı yaşamak kolay”
Aslında bunu sadece aşk ile sınırlamamak gerekiyor. İnsan diğerlerinden bağımsız bir birey olduğunu, tek başına olduğunu, tek başına doğduğunu ve tek başına öleceğini kabullendiğinde hayat başlıyor.
“Birey olamamak, yalnızlığı kabullenememek” deyince, kültürel kodlarımızla bakmamız gerekiyor.
ANA BABAYA BAĞIMLILIK
Bizim gibi anne ve babanın, çocuklarının saçlarındaki teller ağarıncaya kadar bakma vaadinde olduğu, bunu iyi anne ve babalık olarak gördüğü kültürlerde, insanın birey olma yaşı hayli geç. İyi anne ve babalık, çocuğu tek başına var olabileceğine inandırarak, anne ve babasız kalacağı güne hazırlamak esasında. Sürekli ebeveynlerinin desteğini sırtında hisseden çocukların tek başına kaldıkları an yaşadıkları düşüş sert oluyor. Tek başına kalmayı hayli zorlu tecrübelerle ileri yaşlarda öğrenen “Yetişkin çocuk”ların gerçek hayat macerası doğal olarak geç yaşlarda başlıyor.
Tek başına ayakta duramayacağını hisseden insanın tek derdi aşkla meşkle değil tabii…
Dert daha büyük aslında, hayat kadar, yaşam kadar büyük. Hayattaki tüm kavramlara karşı çarpık bir algı mekanizması geliştiriyor anne babaya bağımlı çocuk…
Örneğin mutluluğun anlamı değişiyor, bir başkasına bağımlılığa dönüşüyor.
Yetişkinlik denemelerinde, anne ve babanın yerine koyabileceği bir eş, bir iş veya bir arkadaş bir başka kavram arıyor kendine.
“Eş”koliklerin, işkoliklerin bir kısmının motivasyonu, bu duygusal boşluğu doldurma ihtiyacından ileri geliyor.
Konu ilişki, evlilikler olduğunda, insanın içinde yaşadığı kültür, onun “birey olma” konusundaki yaklaşımını şekillendiren en büyük faktörlerden birine dönüşüyor.
Türkiye’de yalnız yaşayan bir kadının hayatı kolay değildir. Daha doğrusu; kazık kadar olana dek anne-baba evinde yaşayan, ardından da evlenerek ‘Başında bir erkeği olan’ kadının hayatı toplumsal normlara göre daha uygun görülür. Erkek egemen kültürde erkek çocuk için vaziyet daha farklı elbette.
HAYATLA MÜCADELE
Kadın çocukluğundan itibaren anne-baba evinde yaşar, gelişim yaşlarını (doğal olarak) burada geçirir.
Genç bir yetişkine dönüştüğünde okulu bitmiştir. Çalışmaya başlar fakat hala anne-baba kanatları altında yaşamaya devam etmektedir. Arkadaşlarıyla yaşasa, uzaklarda okusa bile o “Anne-baba kanadı” veya desteğini hep arkasında hisseder. Düştüğü zaman sığınacağı bir yer vardır, o yüzden “hayatla mücadele” kavramıyla tanışma fırsatı elde edemez.
Erkek çocuk da olsa, kız çocuk da olsa ortak pek çok özellik taşırlar bu yetişkin çocuklar…
29 yaşında anne-baba evinde hala “Anneee! Yemekte ne var?” diye odadan bağıran “paşa” oğlunun veya prenses kadının “evlenme yaşı” gelir. Ve evlenirler… Hiç yalnız kalma, kendini bulma fırsatı yakalamadan bir başkasıyla hayat paylaşmak üzere yeni bir eve taşınırlar…
Bizimki gibi birey olmayı desteklemeyen ” tek başına uçma evladım, zaten uçamazsın, uçsan da düşersin, başına bereni tak, içine de yün fanila giy”ci kültürlerde, “en rahat” birey olma deneyimi yalnız yaşamak değildir, evlenmektir. Dolayısıyla bizimki gibi kültürlerde, bilhassa kadın için özgürleşmek demek (tuhaf ama) evlenmektir.
KAÇINILMAZ SON: BOŞANMAK
Buradaki büyük problem şu; kişi henüz tek başına ayakta durma fırsatı yakalamamıştır ki hayat kurabilsin…
Birey olma fırsatı elde edememiş insanların yanlış sebeplerle, yanlış kişilerle evlilik yapması ise kaçınılmaz. Sonuçta kaçınılmaz: Boşanmak.
Boşanma oranlarını “zamanın ruhu” na bağlamak, seçenek çokluğu, “uyaran” çokluğu, tahammülsüzleşecek gibi faktörlere bağlamak da mümkün fakat birey olamamış, hiç yalnızlığı tatmamış insanların ilişkilerde bocalamasını, tüm bunlardan önce değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum.
Bu konu uzar gider, üzerine daha çok satır döşenilir ama tüm aşk/ilişki olaylarında damar şu galiba; Hafiflemek…
Çünkü kafamızda bin tilki dönüyor. Ayrıca çevremizde yüz bin tane uyarıcı var. En basiti eldeki telefon. Hafiflemeyi başarınca gerisi geliyor. Yani en azından ben öyle düşünüyorum.
Hepinize iyi hafta sonları sevgili Denge okurları…
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.