Çocuklarımız virüs bir gün ölecekmiş gibi yaşama sarılıyorlar. Orta şekerli kahvelerini içen annelerine babalarına sarılıyorlar olmadık zamanlarda. Sokaklar bomboş…
Yürümek lazım koşmak lazım biliyorlar ama evler sokaklardan daha önemlidir onu öğreniyorlar şu sıralar…
Sıkılmak olsa da en azından taşlara takılmak yok. Küçük yaşlarında sabrı teselliyi de öğreniyorlar.
Mayalanmış sevgilerden ekmek yapıyor anneler içine umut katıyorlar. Varsın çocuklar ortalığı birbirine katsın. Babalar ev işlerine yardım ediyor. Geldiği gibi geçiyor günler. Bunlar bütün dünyanın zor günleri, herkesin birbirini yüreklendirmesinin adı; hayata bağlanmak…
Her evde aynı hava esmiyor kuşkusuz, hayat parmak ucunda, ölüm ayak ucunda. Elinde avucunda ne varsa kaybedenlerin de çocukları var. İhtimaldir ki annelerinden daha hızlı yaşlanıyor çocuklar. O sırada televizyonlarda ki fırın reklamında etin kemikten nasıl ayrıldığını gösteriyorlar.
“Ne yani” diyorum “o eşyayı tanıtmanın başka bir yolu yok mu?” Her çocuk onları yiyemiyor çünkü… Onların gözleriyle bakalım bu hayata, bakalım da nasıl görülüyor?
Yarınların ışığı bu günlerin karanlığını yenecek. Gözlerdeki gölgeler güneşlenecek biliyoruz. Hayata katlanmanın yolu ölümü aşmaktan geçer ! Hiçbir şey sürekli havada kalmaz, yükselen her şey düşecektir. Nice kötü günler gibi kalbimizden uçup gidecek bu virüs öyküleri de.
Şu günlerde bazı çocuklar büyüklerden daha karamsar olabiliyor ama çözüm aramada daha pratikler.
Erken kararan hava evdeki küçük kızı mutsuz ediyordu. Yine öyle gecelerden birinde anne tam perdeleri çekiyordu ki küçük kız seslendi. “Anne geceyi dışarı koyar mısın?”
Ne yazık ki karanlıkları dışarı da bırakamadık. Güneşi gülüşlerine sığdıran çocuklarımızı mutlu edemedik.
Denizin azgın dalgalarının kıyıya, kumların üzerine bıraktığı yüzükoyun cansız yatan Aylan bebeği hatırlıyor musunuz? “Anne çocukları küçük kurşunlarla öldürürler değil mi?” diyen Iraklı küçük çocuğu?
5 yaşındaki Filistinli çocuğun “cennette ekmek var mı anne? Varsa ölelim, KARNIMIZ doyar.” diyen yavruyu…
Hani 3 yaşında Suriyeli bir çocuk vardı, ölünce Allah’a her şeyi anlatacağım diyen, sizi Allah’a şikayet edeceğim dedikten sonra ölen…
Şimdi soruyorlar: ”Bu gidiş nereye? Kıyamet mi kopacak acaba? “ Sorular, sorular, sorular…
Bütün bu ve fazlası sorulara ben yanıt veremem zira o kadar bilgi sahibi değilim. Ama bir şeyi net biliyorum! Hemen dibimizde, on yıldır, yetimlerin üzerine bombalar yağarken ve “Aylan” bebelerin cansız bedenleri sahile vururken, sessiz kaldığımızı biliyorsunuz.
Ne üzerimize bombalar yağdı, ne de çeşitli silahlara maruz kaldık. Bir küçük damlacık musibetiyle üstelik 10 yılda değil 10 günde market raflarını nasıl da boşalttık değil mi? Kahrolsun menfaatleri uğruna zulümlere sessiz kalan bu dünyaya.
Filistin’de İsrail zulmüne karşı savaşırken, önce bacaklarını kaybeden, sonra da tekerlekli sandalyesinde “Sapan taşıyla” vatanını korumaya çalışırken şehit düşen Ebu Salah’ı hatırlıyorsunuz değil mi? Yazıklar olsun o gün ve bugün katil devletin ürünlerini tüketmeye hala devam edenlere,
Peki Suriyeli bir kızın ölmeden önce yazdığı bir mektubu vardı. Onu hatırlıyor musunuz? Sosyal medyada paylaşım rekorları kıran çizdiği resimle tabutun içinde, kendini tasvir ederken, ailesine bıraktığı mektupta bakın ne diyordu: Bu benim vasiyetimdir. Canım anneciğim; senden, benim güzel gülüşlerimi hatırlamanı ve yatağımı olduğu gibi bırakmanı istiyorum. Ve sen ablacığım. Arkadaşlarıma de ki: ‘O açlıktan öldü…’ Ve sen abicim, üzülme. Ama, ikimiz birlikte, “Biz açız…” dediğimizi de hatırla. Ey ölüm meleği, acele et ve ruhumu al ki artık Cennet’te karnımı doyurabileyim. Ben çok açım. Ve ey ailem, benim için korkmayın. Ben sizin yerinize de yiyebildiğim kadar çok yiyeceğim.
Yazıklar olsun, bugün ufacık bir krizde evlerini açlık korkusuyla tıka-basa doldurup, ambarlara çevirenlere. Bosna Hersek’te kablolarla yataklara bağlanarak günlerce tecavüz edilen binlerce kız çocuklarını hatırladınız mı? Elleri yakasında olsun, bütün o çocukların bu kahpe dünya düzenine.
Peki Çin’de Türklere yapılan işkencelere, asimilasyon ve soykırım politikalarına ne diyeceksiniz?
Ya, Myanmar’da, Arakan’da, Bangladeş de işkence gören aç bırakılan çocuklar…
Yok efendiler yok! Bana göre bu düzen böyle gitmez! Afrika’da ebola virüsünden temiz su, yiyecek ekmek bulamadan her gün açlıktan binlerce çocuk ölürken seyredeceksin. Şimdi ise dünyayı ayağa kaldıracaksın. Niye? Çünkü Corona; zengin-fakir, soylu-soysuz, dinlemiyor da ondan.
Ey iki yüzlü dünya!
Sordun mu hiç kendine? “Bu maskeyi hangi yüzüme takacağım ve bu illet çocukları neden öldürmüyor? Diye. Elbette ki; hangi vebal ya da günahın hangi ceza ile ne zaman ve ne şekilde cezalandırılacağını tayin ve takdir eden ancak Allah (cc)’dır. Ama bu illetin, ilahi kudretin bir ikazı ya da tokadı olabilme ihtimali hiç mi yoktur? Vardır efendiler, bana göre “Bal gibi” de vardır.
Siz Sodom-Gomora’yı bilir misiniz? Hz. Lut Peygamberin ismini duydunuz mu? O hikaye sizlere hiçbir şey anımsatmıyorsa işte şimdi her şeyi görecek, hatırlayacaksınız.
Ne diyordu ölüme giden 3 yaşındaki Suriyeli çocuk: “Hepinizi Allah’a şikayet edeceğim, yaptıklarınızı Allah’a anlatacağım.” Güneşi gülüşlerine sığdıramadığımız zavallı yavrularımızın bir lanetidir bu, yaşadıklarımız…
O çocuklar gittiler ve acılarını Yaradan’a anlattılar. Allah’ın orduları de o çocukların intikamını almaya geldi. Dikkat ederseniz Kralların, büyük sandığımız liderlerin, başbakanların balonları söndü.
Hepinize iyi hafta sonları değerli Denge okurları.
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.