Renkler küpünün kapağını açtım da, uçu uçuverdiler. Sular menevişlendi, dağlar yalazlandı. “Kesilmiş limon dilimleri gibi güneş” tabağımda. Bürüm bürüm yeşil çıvdı yürüdü. Dallandı budaklandı yeşil, haki oldu, sonra zeytuni, fıstık yeşili, ördek yeşili, limon küfü, turkuaz…
Bedri Rahmi deyişiyle: “Yeşile de deli gönül uçalım. /Tepeden tırnağa çiçek açalım.”
Yeşiller maviye karıştı, mavi yürüdü tiril tiril. Gök mavisi, deniz mavisi, çivit… Doyulmaz maviye, ben de bir uğramıştım mavi çarpmasına. Bir geç yazda, yağmur sonrası bir kayanın geniş oyuğunda birikmiş yağmur suyuna düşüvermişti göğün mavisi. Baktım da göz göze gelince kaçıracaktım aklımı. O günden sonra içimde, içimin de içinde bir çekirdek gibi taşıyıp durdum, bir gök çekirdek. Vakitli vakitsiz, üstüm başım mavidir bu yüzden, ad veremedim yıllar var ki. Bir gün sözcükler babası geldi de Necatigil, dedi, bu “serin mavi!” Bildim o gün bendeki sızıyı, ki eskiydi, dağlardan getirdiğim. Serin mavi, serin…
Bir gün de biri, türkü söylediydi bana “mavilim” dedi, “mavişelim”… Öldüm de diriliverdim.
Bir sözcüğün sesinde ölür insan, bir rengin sesinde dirilir. Pastovreav (Pastor) çok sonra tanışım oldu. “Mavi”yi yazmıştı, “Bir rengin tarihi”ni “Antik Roma’da barbarların, yabancıların rengidir.” Antik Yunan’da adının anılmamasına hayret ediyordu. Yunanlılar mavi körü müydüler? Sonra yerden göğe uçuverir mavi, renklerin kral koltuğuna kurulur. “Müziği yumuşaktır” demişti. Ne değildir ki mavi! “Hoştur, akıcıdır; gökyüzünü, denizi, dinlenmeyi, aşkı, seyahati, tatili, sonsuzluğu çağrıştırır.” Bu kadar mı? Tedirgin etmez, sakindir, barışçıldır, mesafelidir, neredeyse yansızdır, tarafsızdır.
Ressamlar elbette… Fakat şairlerin renklerdeki tutkusuna ne demeli! Rimbaud, harflerin rengi olduğunu söylemişti:
“A kara, E beyaz, I kırmızı, U yeşil, O mavi.”
Sözcükler, güvercin göğsüdür öyleyse! Dilden uzayıp bir müzik şelalesi gibi kulağımızda ve gözlerimizde, uzakta, sonsuza doğru. Koş, ufuklara koş! Şiiri çatarken bir şair, renklerin tadına da bakıyordur. İnce eleyip, sık dokuyarak, serpiyordur arasına sözcüklerin. Öyleyse en güzel sarıyı, en delice yeşili ve koyusunu kızılın, bir şairin bilmesine şaşırmamalı.
Necatigil söyler:
“Sevinçlerden gelme çağla yeşili” Bedri Rahmi için, “Üzüm yeşili, yeşillerin en nazlısıdır.” Sarıları da ressam Van Gong’tan değil, Hilmi Yavuz’dan sormalı. Sarı yazları, limon sarısını ve seslerini onların. “Nerede o sarısabır, safran ve sarı sesi akşamın” Nerede?...
Şairlerin renkler büyücüsü oluşuna şaşırmamalı. Ahmet Haşim’in “Kızıl havalara bakır ve tunca; alevlere, kızıl mızraklara ve kan rengine aşinalığına…
“Bir bakır taşta alev şimdi havuz. Suya saplandı kızıl mızraklar” Nazım Hikmet’in Piraye için “Kalbimin kızıl saçlı bacısı” deyişi “saman sarısı” deyişi Vera için ve “yeşillere, allara” boyamasını, Münevver’i yadırgamamalı. Mağrur da olabilir bir şair, muaftır bütün kınamalardan. “Morların hesabı benden sorulur, benden” diyen Bedri Rahmi, iki kere muaftır. Ressam ve şair oluşundan. Kim anlar morun kanaviçesinden onun kadar:
“Bütün gün mor üstüne çalıştım. Mor deyip geçme belalı renk, musibet. Yeryüzünde ne kadar insan varsa bir o kadar mor. Menekşenin moru, mavzerin moru. Nefretin moru. Ziftin moru. Asfaltın moru. Telgraf tellerinde petek kıranlar. Buğday torbasında deve dikenleri. Karadutun moru, kuzgunun moru. Gözlerimi yumduğum zaman gördüğüm mor. Morun karanlığı, karanlığın moru…”
Renklerin gölgesinde serinlemişsem, kadınlara borçluyum ben o saadeti. Renk ustası, renk işçisi ve renklerin ağızlara yakıştığı kadınlara. Annem, ilk yazda odaları çivite boyatırdı. Arkadaşlarıyla kanaviçe ve iğne oyası yaparlarken duyardım dilinde; yavruağzı, leyla, vişne çürüğü, fuşya… Kadınlar ki, kına yakarak saçlarına ve kök boyalarına, el işlerinde, kilimlerde yürüttüler yüzyıllar boyu renkleri. Kuru kuruya değil sevdadan geçirip kimi kızıl, leylak ve pembe… Ve susarak, kimi acıyla, mor! Öğrettiler, yaşattılar ve biraz da türkülere katıp ilmek ve örgüyle tığ ve iğneyle. “Ağlama yar ağlama, mavi yazma bağlama.”
Renkler tıpkı kuşlar gibi, ağaçlar ve balıklar gibi adını unutturuyor, bilesiniz! Siyah, beyaz, sarı, kırmızı, mavi yeşil… Başka? Var mı bilen ötesini? Bütün ağaçlara ağaç, bütün balıklara balık ve kuşlara sadece kuş diyorlar artık. Renkler azaldı da gidiyor. Nerede bakalım bakır çalığı, limon küfü, erguvani, kiremit nerede? Hardal sarısı, yavruağzı, eflatun, narçiçeği, camgöbeği, leylak, ördek yeşili ve haki hani? Fuşya, mürdüm, sütlü kahve, şeker pembe ve gülkurusuna ne oldu?
Turkuaz, fıstık yeşili, buğday sarısı ve mercan uçup gittiler mi? Vişneçürüğü, zeytuni, kuzguni, türbe yeşili, patlıcan moru, tütün sarısı, bal rengi, meneviş ve safran neredeler?
Eksik renk, eksik insan… Tek renk toplum, tek renk hayat, cehennem! Yaşamının çağıltısı gerek bize. Gökkuşağı gerek, şarkılarda yürümüş, eskimiş ve solmuş ve kaybolmuş bütün renkler gerek. Bir mavi “mavi tohum” ekelim seyrine bakalım:
“Bu gelene bahar derler. Bu gelene yeşil/ Bu açana mavi derler/ Tepeden tırnağa cıvıltılı/ Tepeden tırnağa tomurcuk/ Tepeden tırnağa tohum/ Uyyy üreme sevincine kurban olduğum.”
Hepinize iyi hafta sonları sevgili Denge okurları.
Yazarın notu:
Bu yazı can torunlarım mavi ile maviş anılarak yazıldı.
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.