Eylül ayında doğmuş olduğumdan mı bilmem en sevdiğim ay Eylül ayıdır. Aslında Eylül ayı hüzün ve hazan mevsimidir. Eylül ve Ekim ayları ayrılık mevsimidir.
Davutlar ve Kuşadası’na gelen yerli ve yabancı turistler evlerine döndü. Eylül’de renkler çiçeklerden ayrılır, yapraklar dallarından… Üzümler asmadan, güller dikenlerinden. Arka bahçedeki torunlarımın salıncakları esen rüzgarla artık boş boş sallanıyorlar. Evvelki gün mevsimin ilk yağmurları geldi. Küçük küçük su birikintileri oluştu bahçede. Bu yağmurlar sanki tabiatın Eylül ayrılıklarına ağlayışıdır. Yaşlar gözden ayrılır. Bir gözyaşı düşer toprağa, toprak anlar da insanı, insan anlamaz insanı.
Her fotoğraf karesinde ölümü çağrıştıran çizgilerle rastlaşıyorum. Gri, soğuk, solgun, ürkek bir kaygıya dönüşüyor yaşam. Eylül gelince kırlangıçlar da veda ediyor şehre. Kelebekler de. Aynalar sararıyor. Radyoda eski bir hayalin içli bir türküsü çalıyor. Sokaktaki sesler farklılaşıyor, hız limitlerini çoktan aşmış hayat sakin akan bir huzur ırmağına dönüşüyor.
Balkondan sarkan turşuluk biberler, kurumaya terk edilmiş baharatlar, usulca uykudan uyandırılan uzun kollular, dinginliğini kaybeden deniz, parkları esir alan at kestaneleri. Bir güvercin, bir kedi, bir solgun bahçe hüznü… Eylül, artık bütün gün benimle. Elimdeki kitapta, balkonda, yürüdüğüm yollarda, bulutların arasında…
Gökyüzü, kuş, yağmur, rüzgar… İlk aşk, ilk acı, ilk ayrılık… Beyaz zambak ve hüzün. Dalında kopup avuçlarıma düşen kuru bir yaprağın anımsattıkları olmalı bunlar…
Ne de olsa Eylül’de unutmak ve unutulmak yoktur değil mi? Olsa olsa hatırlayamamak vardır. Akıl dediğimiz o sandığın içinde biriken ne kadar yaşanmışlık varsa hepsi saklandığı kuytulardan çıkarak ortalığa dökülür. Eylül’de terk edilmeyen tek şey hatıralardır. Bir Eylül sabahı esen karayel, aşkı, şiiri, devrimi, çocukluğunuzu, gençlik yıllarınızı, hayal kırıklıklarınızı önüne katıp topladığınız yamalı bohçanızdan çıkarıp tekrar önünüze serer. Kalkanlarınızı siper edip kaç uyku, kaç saat, kaç acı, kaç hüzün, kaç mutluluk ve kaç huzur tüketirseniz tüketin Eylül’ün tek armağanı duygu, hüzün ve yaşam aynasında gördüğünüz kırışıklıklardan başka bir şey olmayacaktır.
Eylül benim için, çocukluğumda siyah yakalı bir önlük, bezden dikilmiş bir çantaydı. Bir yatılı okul bahçesine dar gelen bitmez günlerin başlangıcıydı. Bedenime değil adeta ruhuma giydirilmiş tek tip üniformalar, kurallar, uzun tören provaları, koyu gri uzun bir yalnızlıktı.
Gençliğimde Eylül sevdiğim her şey gibi çabuk tükenen kurşun kalemlerim, doğrularımın azlığından çok çabuk tükenen silgilerim, beyaz sayfalar üzerine karaladığım uzak düşlerim de geçti gitti…
Tüketmek için bunca acele ettiğiniz takvim yapraklarından, hızla akrepleri zehirleyen yelkovanların telaşından ne kaldı geriye dersiniz? Ne kadar dirensem de çocukluğumun güleç mevsimini alıp götürmüş Eylül.
Yaşamın renginin nisan olduğunu düşünürdüm, “Ölümünki de benim!” diyor Eylül. Ahh sarı ve uzak yalnızlığım. Sevgilim. Eylül’üm…
Ve Alpay söylüyor 1970’lerin şarkısını
“Tatil geldiği zaman ağlardım ben inan
Gidiyorsun işte arkana bakmadan
Nasıl geçer bu yaz ne olur bana yaz
Sen, sen, sen sen bir ömre bedel
Yok, yok, yok gitme, gitme gel
Eylül’de gel Eylül’de gel Eylül’de gel
Okul yolu sensiz ölüm kadar sessiz
Geçtim o yoldan dün içim doldu hüzün
Yapraklar solarken adını anarken
Bekletme ne olur gelmek zamanı gel
Yok, yok, yok
Gitme, gitme gel
Eylül’de gel
Eylül’de gel, Eylül’de okul yoluna
Konuşmadan yürüyelim gireyim koluna
Görenler “dönmüş, hem de mutlu” diyecekler
Ağaçlar sevinçten başımıza konfeti gibi yaprak dökecekler
Yaprak dökecekler.
Hepinize iyi hafta sonları sevgili Denge okurları…
Not: Çocukluk arkadaşım Mehmet Anbarlı’nın vefatını yeni öğrendim. Değerli arkadaşıma Tanrı’dan rahmet, kederli ailesine sonsuz sabırlar dilerim.
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.