Burak Akkul-Etkin’in bir şiiriyle yazıya başlamak istiyorum:
“Bu başıma bir iş gelse aniden
Bir anamın gözlerinden yaş gelir
Kurşun yesem bu sırtıma
Derinden
Bir babamın ciğerine taş
Gelir
Şimdi ölsem üç saate
Gömerler…
Topraklara beni koyup
Giderler…
Bir haftaya mevlidimi
Ederler
Yalan dünya bedenime
Boş gelir
Ne yaşadım ne gördüm
Bu dünyada
Kulak veren olmadı
Hiç imdada
Yalnız kaldım sığındığım
Sevda da
Mutluluklar hayal gelir
Düş gelir…”
Sevgili Denge okurları bir yandan korona salgını, bir yandan her gün değişen gündem ve çevremizdeki ateş çemberi beni ciddi ciddi düşünmeye sevk etti. Hele ki çok sevdiğim insanların sapır sapır toprağa düşmeleri hepimize olduğu gibi bana da acılı günler yaşattı. Çünkü daha önce de söz ettiğim gibi insanın yaşamı birkaç dakikaya bağlıymış, öğrenmiş oldum. Ancak bu art arda gelen hayati tehditler, ister istemez sıklıkla ölümü düşündürüyor. Ve o zaman biraz çevrene bakıyorsun, aman Allah’ım neler biriktirmişiz evimizde!... Ve bir anda çekip gittiğinde bunların arkanda kalacağını, ailene ve yakınlarına nasıl da yük olacağını düşünüyorsun bir anda… İşte tam bu ruh halindeyken bu yazıyı arkamdan sızlanacak olanlara ithaf ediyorum.
Üç adet ölmüş ev gördüm. Bu nedenle evimdeki lüzumsuz her şeyi vaktiyle dağıtmanın yoluna bakıyorum. Sizin için değerli olan şeylerin başkaları için son derece değersiz olabileceğini bu sayede öğrendim. Vaktiyle dağıtın yoksa geride bıraktıklarınıza çok yük oluyorlar.
Siz hiç ölmüş bir evde kaldınız mı? Tabakların dolaplarında öldüğü, en güzel fincanlarının, gümüş tepsilerinin, kristal bardaklarının raflarında can verdiği bir evde? Bir ev, içinde yaşayan öldüğü anda ölmez, evin ölümü daha uzun sürer. Onun ölümü illaki daha yavaş ve daha acılıdır. Açılmayan çekmeceler ve içindekiler ölür önce…
Gümüş çatal bıçak takımları ve kutu kutu dantel sehpa örtüleri, rahibe işi masa örtüleri ölür. Hiç kullanılmamış olsa bile o çekmecelerde, o kutularda yaşayan örtüler, evin sahibi öldükten sonraki “göz atılmalar” sırasında büyük bir acıyla ölürler…
Çekmecesiyle birlikte ölürler; çekmecenin ferforje kulbu, topuzlu anahtarı, üzerindeki camlı bölgesi, bir iki “bakılmadan” sonra ölür.
Sonra yerdeki ‘hereke’ler, ‘bünyan’lar vardır sırada…Yıllarca üzerinde gezen sahibin terlik topukları delmez de ondan sonra gelenlerin “Acaba ne yapsak bunları?” bakışları, kurşuna dizmiş misali deler, öldürür onları…
Masalar ölür, “Ah nasıl taşıyacağız bunları?” laflarını duyunca…
Biblolar ölür, “Kime vereceğiz bunları?” sözleri üzerlerinde uçuşunca…
Onca yıl yaşanan evdeki ayna sırları düşmüştür, kenarına kırılmıştır, çerçevesi solmuştur, ölmemiştir. Fakat şimdi yabancı baktığı gibi ona, oracıkta ölmüştür.
Yatak bazası altındaki hurçta misafir takımları, banyodaki hasır kutuda lavanta keseleri, yıllardır el değmemiştir; ölmemişlerdir de “Ne yapacağız bunları?” diye değen ilk el, öldürür onları…
Bakılmayan fotoğraflar, bakılmadıkları yerlerde yaşarlar; “Nereye koyacağız şimdi bunları?” diyen ilk kişinin ellerinde ölürler….
Tüm eşyalar iç geçirirler son nefeslerinde “En azından o gün, elbiselerle biz de gitseydik, acı çekmeden ölüp bitseydik.” diye…
Aynadaki sır değildir ki bu, herkes bilir; evin ruhu şimdi, tuvalet dolabındaki tuz ruhu olsa daha değerlidir.
Siz hiç ölmüş bir evde kaldınız mı? Kalmayınız… Ölmezsiniz ama ağır yaralanırsınız.
İşte bu yüzden annem öleli 5 yıl olmasına karşın biz evin kapısını açamadık. Hiç olmazsa evdekiler ölmesin diyerek…
İyi hafta sonları değerli Denge okurları…
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.