Bizde bir zamanlar öğretmenler kutsaldı. Çocuğumuzu okula kaydettirirken “öğretmenim eti senin kemiği benim” diyen bir millettik. Şimdi ağzı burnu kırılan öğretmenler gazetelerin üçüncü sayfalarında. Geçenlerde bir ilin valisi okulda bir sınıfa giriyor ve öğrencilerinin önünde öğretmenini azarlıyor. İmam-cemaat meselesi gibi.
Bu olay bana çok eski bir anımı anımsattı. Yıllar önce trenle İzmir’den Sivas’a gidiyordum. Kuşetli (yataklı) kompartmanda 6 kişiydik. Hazin bir hadiseye şahit oldum. Yola çıkmamızdan bir süre sonra, üniformalı bir TCDD görevlisi (kondüktör) vagonumuza geldi ve biletleri kontrol etmeye başladı. Her halinden gariban bir kimse olduğu anlaşılan 20 yaşlarındaki bir yolcu, kontrol sırası kendisine geldiğinde utangaç bir ifadeyle biletinin olmadığını söyledi. Daha da kötüsü, üzerinde ödeme yapacak para da yoktu. Bunun üzerine, görevli ona bir sonraki durakta kendisini indirmek zorunda olduğunu belirtti. Bu üzücü sahne karşısında, vagondaki yolculardan biri celallendi ve TCDD görevlisine bağırıp çağırmaya başladı. Özetle, başkaları trilyonluk hırsızlıklar yaparken, üç kuruşluk bir bilet için bu zavallı genci trenden indirmenin haksızlık olduğunu söylüyordu.Bu beş parasız genç, şayet bir sonraki durakta indirilecek olursa, gecenin bu vaktinde ne yapacak, nereye gidecekti? Bu tepki üzerine diğer yolcularda konuya müdahil oldular, ve tansiyon bir anda yükseldi. Herkes, diğerlerini bastırarak kendi sesini duyurmaya çalışıyor, kimileri genci haklı bulduklarını söylerken, kimi diğerleri kondoktörün sadece görevini yaptığını hatırlatıyordu. Tartışma zaman zaman fiziksel bir kavgaya dönüşmeye epey yaklaştı. Hatta ilk itirazı yapan ve tartışma boyunca “tutmayın beni ulan!” diye bağıran celalli ve sinirli yolcuyu (kondüktöre saldırmaması için) diğerleri zapt etmeye çalıştılar. Bu şiddetli tartışma dakikalarca sürdü. Neden sonra, belki herkes yorulduğundan belki de artık söylenecek pek bir şey kalmadığından vagonda bir sessizlik oldu. Bu sessizlik anında, vagonun bir köşesinde oturmakta olan yaşlıca bir adam, ilk itirazı yapan sinirli yolcuya dönerek, “Bak evladım…” dedi. "Eğer bu gence yardımcı olmak istiyorsan, bunun yolu bağırıp çağırıp ortalığı bir birine katmak değildir. Çıkarırsın cebinden bir bilet parası, gencin işini görürsün.” Bu makul açıklama üzerine, dakikalardır tartışmakta olan vagon sakinlerinden bazıları önlerine baktı, bazıları ise yarım ağızla “amca haklı aslında” gibi sözler mırıldandı. Ancak bu bir parça garip bir sahneydi. Zira epey zamandır sürmekte olan bu gergin tartışmaya ilk kez makul bir katkı gelmişti.
Hiç kimsenin bu katkı üzerinden çözüm üretmeye niyeti yok gibiydi. Dahası (ben dahil) hiç kimse elini cebine atmadı. Hiç kimse, “Tabii ya! Hepimiz bir iki bozuk para bile versek, gencin işini görürüz” diyerek para toplamayı da önermedi. Ve tren, nihayet bir sonraki istasyona gelip durduğunda, biletsiz genç aşağıya inip gecenin karanlığında kayboldu. Bu vaka, Türkiye’de aslında üçgen bir toplumun var olmadığını ve dolayısıyla da (hangi parti iktidarda olursa olsun) ülkenin daha epey bir zaman demokrasi olamayacağını ima eden çok sayıdaki örnekten biri. Zira bir demokrasiye işlevsellik kazandıran seçimler ya da meclis değil. Seçimler ve meclis bir ülkeyi sadece diktatörlük olmaktan çıkarabilir. Eğer ortada sağlıklı bir siyasi kültür yoksa çatışmaların, kavgaların (ve hatta şiddetin) sonu gelmez.
Bugünün huzurlu toplumları, geçmişlerinde bir dizi sorunlarla karşılaşmış ve sonra da bu sorunları çözerek huzura kavuşmuş değiller. İnsanın var olduğu her yerde sorunlar ve ihtilaflar hep olageldi. Her zaman da olacak dolayısıyla, asıl önemli olan, sorunların kendisinden ziyade, çözümün nasıl arandığı. İhtilafa düşen insanlar birbirleri ile nasıl iletişim kuruyorlar? Birbirlerinin hassasiyetlerini ve kaygılarını anlamaya çalışıyorlar mı? Kurulan iletişimin merkezinde “Nasıl uzlaşabilir, sorusu yer alıyor mu?" Türkiye’ye baktığımızda bu konuda olumlu bir tablo görmüyoruz. İnsanlar, son derece basit bir sorun nedeniyle dahi bir anda parlıyorlar.
Dahası tartışmacıların birincil hedefleri mevcut soruna bir çözüm üretmek değil, kendi çözüm önerilerinin neden doğru olduğunu ispat etmek oluyor. Ülkenin halen oturmuş bir tartışma kültürü yok. Tarafların sürekli birbirlerine laf yetiştirmeye çalıştığı, çoğu insanın muhatabını dinlemeye dahi tahammülü olmadığı ve netice de herkesin konuştuğu, kimsenin dinlemediği tartışmalar, dışarıdan bakan biri kolaylıkla Türkiye’de çözümün değil, kavganın sevildiği (hatta yüceltildiği) sonucuna varabilir. Yıllar önceki tren yolculuğundaki hadise, Türkiye’deki kültürün özeti gibi. Dinlemek, anlamak yok, bağırıp, çağırmak var. Makul bir diyalog yok, kavga var. Ve belki, en kötüsü, çözüm için küçük bir fedakarlıkta dahi bulunmak yok, kavganın kendisinin uğruna kavga verilen konunun dahi önüne geçmesi var.
Belki pek farkında değiliz ama, lisanımızda tartışırken ne yaptığımızı ifade eden tek bir kelime dahi bulunmuyor. Her şey “tartışma” kelimesiyle ifade edilmeye çalışılıyor. Halbuki eskiden münazara, müzakere, münakaşa gibi kelimeleri kullanırdık.
Seminer, sempozyum,konferans, polemik gibi kelimelerini ise batıya borçluyuz. Yani bu kelimeler kendi kültürel tecrübelerimiz neticesinde ortaya çıkmış değil.Dolayısıyla da bu kelimeleri kullanan insanların önemli bir kısmının aralarındaki farkı bilmiyor olmaları bizi pek şaşırtmaz. O zaman da fikirler ve düşünceler değil insanlar çatışır. Türkiye’de de bu oluyor zaten.
Hepinize iyi hafta sonları değerli Denge okurları.
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.