Şu dünyada iki şeyi başaramadığım için çok üzülürüm. Bir iyi yemek yapmak, diğeri iyi bir çalgı aleti çalamamak… Her hangi bir müzik aleti çalamamayı bir kenara bırakalım, bende derin bir yaradır… Yemek konusuna gelince kendisiyle pek iyi değildir aram; ama edebiyatına bayılırım. Yemekle ilgili çıkan tüm yazıları ve kitapları büyük bir ilgi ile okur ve izlerim. Ahmet Rasim’in, Refik Halid’in, Mehmet Yasin’in yemek yazıları en leziz yemeklerden daha çok haz verir bana. Haşim’le Yahya Kemal’in yemek hatıraları, boğazlarına düşkünlükleri üzerine üretilen efsaneler de tadından yenmez. Bütün bunlar iyi güzeldir de bir yere kadar. Bir de hayatın gerçeği var; yemek, mutfak, ıvır, zıvır, bin bir çeşit yemek … Şöyle mutfağa girip zevkle, neşeyle yiyecek bir şeyler hazırlayıveren, dahası kendine özel yemek buluşları olan “ben filanca yemeği pek iyi yaparım, sana bir mercimekli bulgur pilavı yapayım, parmaklarını yersin…” diyen arkadaşlara fazlasıyla özenir ve hatta onları kıskanırım.
İtiraf etmeliyim ki benim böyle kabiliyetlerim yoktur. Ve elimden hiçbir yemek gelmez. Kimi zaman mecburiyetten bir şeyler hazırlayıp yediğim olsa da bu hem o yemeğin malzemesine hem de bana büyük bir işkence olmaktan öteye gitmez.
Bilenler bilir, zaten “yemek” gibi bir derdim yoktur, olmamıştır. Mesela öğlenleri yemek yemeğe üşendiğimden bir poğaçayla geçiştiririm. Kalkıp lokantaya gitmeyi lüzumsuz ve gereksiz bir zaman kaybı olarak görürüm. Eh, böyle birinden yemek yapmasını, bir de bundan zevk almasını beklemek abesle iştigal (lüzumsuz uğraş) olurdu. Oysa biliyorum, mutfakla meşgul olmak, kendine has yemekler yapabilmek, bir sanat eseri vücuda getirir gibi titizlenmek, adam akıllı rahatlatır insanı, mutlu eder. Aklım, her ne kadar yemek yapmanın sanatla eş değer bir uğraş olduğunu söyleyip duruyorsa da, gönlüm buna asla kanmıyor. Herhalde, öğrencilik yıllarında, fukara mutfaklarda tatsız, tuzsuz yemekler kaynatıp yemenin ve “bir gün bu işkence biterse bir daha mutfağın kapısından içeri girmeyeceğim” diye edilen yeminlerin eseridir bu. Mutfağa girmeyi zevk değil de benim gibi bir yük görüyorsanız; çay demlemek, buzdolabından kahvaltılıkları çıkarıp yemek bile dayanılmaz bir zulüm olur.
Her ne kadar mutfağa girdiğim de elim ayağıma dolaşsa, bir kadının yahut mahir bir aşçının elinde bir musiki aleti gibi ahenkle işleyen gereçlerin her biri, türlü sakarlıklara meydan vermek için yarışa girseler de gönül rızasıyla kollarımı sıvamayı ve şöyle şarkılar mırıldanarak az buçuk bir şeyler pişirip yiyebilmeyi çok arzu ederdim. Bu işi bir sanata dönüştürebilmek mi? Sanırım bundan sonra imkansız…
Her ay yayımlanan “Yemek ve kültür” dergisinden haberimiz var mı bilmiyorum. Ben çok zevk ve keyifle okuyorum. Buradaki yazıları okuduktan sonra sizin de, “yemek asla sadece yemek değildir” diyeceğinizden eminim. Yemeğin aynı zamanda bir tarihi, sosyolojisi, felsefesi ve edebiyatı var. Derginin son sayısında Refika Birgül’ün “Yemek ve emek” başlıklı çok güzel bir yazısını okudum. “Yemek ile emek arasındaki ilişki sadece bir uyum ilişkisi değildir” diyor yazar. Sonra yemeğin gerisindeki o cümbüşlü üretim sürecinin hikayesini anlatıyor. Tarla ve bahçeleri, çarşı pazarı, manavları, kileri ve mutfağı… Özene bezene pişirilip zarif tabaklarda soframıza gelen yemeklerin gerisinde nasıl bir üretim süreci var, kim ne emekler veriyor bu bir tabakçık yemek için mi? Mutfakta, o ham malzemenin bir sanat eserine dönüşmesi, tadını tuzunu bulması ne maharetler ne bilgelikler istiyor? İşte evet, ben, yemeğin kendisine değil, bu emeğe, bu sanata ve bu edebiyata aşığım ve vurgunum! Bir gün, çok vaktim olur da o yeminlerimi unutur, nefsimi aşar da mutfağa girebilirsem, sırf bunun için soyunurum yemek yapmaya. Böyle bir sanata dönüşmüyorsa, yalnız ve yalnız mideyi (işkembe-i kübra’yı) doldurmak için katlanmaya değer mi onca çileye ve eziyete?
Hepinize iyi hafta sonları değerli Denge okurları.
Not: 12 Mayıs Salı günü ihtilal lideri Kenan Evren toprağa verildi. Dinimiz "ölülerin arkasında kötü konuşmayın" diyor, o nedenle şimdilik bir yorumda bulunmayacağım ama biraz zaman geçsin o konuda bildiklerimi, gördüklerimi detaylı bir şekilde yazmak anlatmak isterim. İki oğlumdan biri 2 diğeri 4 yaşındaydı. Öğretmen eşim bir daha işe alınmamak üzere açığa alındı. Öğretmenlikle ilişkisi kesildi. En güzel yıllarımız acıyla, üzüntüyle geçti. “Asmayalım da besleyelim mi?”, “Her gün sağdan 2, soldan 2 kişi asılsın!” Hele bir genç var ki Erdal Eren; asılması için bir gecede yaşı büyütüldü.
Evet masum değili, hiçbirimiz… Ama hiçbirimiz de onun kadar suçlu ve günahkar değiliz! Ve bazı günahlar mahşerde bile ödenmez! Yalanım yok bir Özgecan, bir Kayahan, bir Erol Büyükburç, bir Zeki Alasya için içim fazlasıyla sızladı. Ama Kenan Evren için asla!..
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.