Eski defterleri açmayı sevmem… Ama komşumuz Yunanistan’ın mültecilere yaptıklarını görüyorsunuz: Mültecilerin üstüne biber gazı sıkmalar, gerçek mermilerle öldürmeler, tarım ilacı püskürtmeler, tüm elbiselerini ve paralarını alarak geri göndermeler… Bunları görünce ister istemez aklımız 1990’ların başına gitti.
1991’de Saddam’ın saldırısından kaçan Irak’lı Kürtler, Türkiye’ye sığınıyordu. Irak sınırımıza kamplar kurulmuştu. İşte o zamanlar Almanya Çalışma Bakanı olan Norbert Blüm, bir koloni müfettişi edasıyla gelip bu kampları ziyaret etmişti.
Almanya’da durumu anlatırken aynen şunları söylemişti: “Bana kimse bunun bu kadar vahim olmadığını anlatmasın. Ben, 1991 yılında Türkiye- Irak sınırındaki Işık veren köyünde her şeyi kendi gözlerimle gördüm. Dağın buz kesen tepelerinde 300 bin Kürt mülteci, dört ayrı kampta tutulmuşlardı. Ne su ne de yakıp ısınmak için bir parça odunları vardı. Çocukların inlemesini duydum.” Bakan kampın çevresindeki Türk askerlerini de “Cehennem bekçilerine” benzetiyordu. Şimdi nerde bu yabancılar? Türk- Yunan sınıra niye gelmiyorlar? O süslü Hollywood yıldızları? Çamur tarlasında tek başına düşe kalka yürümeye çalışan 9 yaşındaki Necla’yı televizyonlarda izlediniz mi? Ağlayan, dayak yiyen çocukları gördünüz mü? Bunlara yürek dayanır mı? M. Akif Ersoy boşuna dememiş: “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” diye…
9 yaşındaki Necla’nın hikâyesini nasıl anlatıyor eğitimci yazar Salih Uyan: “Annesi uyandırdığında güzel bir rüyanın tam ortasındaydı Necla. Rüyasını hatırlamaya çalışarak gözlerini ovuştururken, annesi aceleyle üzerini giydirdi. “Anne, nereye gidiyoruz?” diye sordu uykulu bir sesle 9 yaşındaki kız. “Başka bir ülkeye” dedi annesi. “Başka bir ülke nasıl bir yer? “Güzel bir yer” “O ülkede çocuklar var mı?” “Var, çok hem de” içi rahatladı çocuğun. “Bir sürü yeni arkadaşım olur” diye düşündü gülümseyerek. Dışarı çıktıklarında havanın niçin karanlık olduğunu anlayamadı Necla. “Niye sabah gitmiyoruz?” diye sordu annesine eski bir otobüse binerlerken. “Bu ülkeye karanlıkta gidiliyor çünkü” dedi annesi. Otobüsten indiklerinde “Geldik mi?” diye sordu gözlerini kocaman açarak. “Yok” dedi annesi eliyle işaret ederek. “Şu denizi geçince geleceğiz ama.”
Çocuk gözlerini kısarak ileriye doğru baktı ve rengi gökyüzüne karışmış simsiyah denizi gördü. Bu arada babası valizden çıkardığı turuncu bir yelek giydirdi kızına. “Bunu sakın çıkarma kızım!” Necla, gecenin bir vakti, kollarını acıtan o turuncu yeleği niye giydiğini anlayamadı. Lastik bota binerlerken niçin herkesin birbirine bağırdığını… Annesiyle babasının yolda niye hiç gülmediklerini… Ve bottan indiklerinde sahildeki adamların ellerindeki sopalarla babasına niçin vurduklarını da hiç anlayamadı. Ağlamak istedi ama korkudan ağlayamadı.
“Anne, ben bu ülkeyi hiç sevmedim.” Dedi titreyen bir sesle. “Geri dönelim, lütfen!” Ama küçük kızın sesi, farklı dillerde feryat eden yüzlerce yetişkin cümleyi aşıp annesinin kulağına gidemedi. Kalabalıkta birlikte bir o tarafa, bir bu tarafa savrulduktan sonra ağaçlık bir alanda durdular. On metre ileride ellerinde sopalarla kendilerine bakan, kızgın suratlı adamlar vardı. Biraz oturduktan sonra uykusu geldi Necla’nın. Babasının dizine başını koyup uyumaya çalıştı. Ama gürültüden, soğuktan ve korkudan uyuyamadı. Bir ara yeleğini çıkarmak istedi ama sonra babasının tembihini hatırlayıp vazgeçti. Sonra yerinde biraz doğrulup annesine “Bana masal anlatır mısın?” diye sordu. Önce bir sessizlik oldu.
Sonra annesi “Bir varmış, bir yokmuş” diye başladı masala. “Çok uzak bir ülkede, güzeller güzeli bir çocuk varmış. Ama o ülkede bir de çirkin mi çirkin bir dev yaşarmış…”
Masal okurken ve Necla gözlerini sımsıkı kapatıp uyumaya çalışırken, güzeller güzeli çocuk ormanda kayboldu. Sonra uzakta büyük bir şato gördü. Şatonun kapısında onu yaşlı bir kadın karşıladı. “Aç mısın?” diye sorup içeriye davet etti ve çocuğa yemek verdi. Ve bebekliğinden beri yüzlerce kere dinlediği o masal, ilk defa çirkin devin çocuğu yemek için saldırdığı sahneye kadar geldi.
Masalın bu bölümünü ilk kez dinleyen minik kız, korkudan ve soğuktan iyice büzüşüp babasının dizinde uyuya kaldı. Masalların baş tarafı, sıcak yatağında hemen uykuya dalan çocuklar için yazılıyordu. Sonu ise buz gibi bir gecede, toprağın üzerinde can yeleğiyle uyumaya çalışan çocuklar içindi. Annesinin dudaklarından kurtulan masal en korkunç haliyle son satırlara hazırlanırken…
Ve güzeller güzeli Necla, rüyasında doymak bilmeyen korkunç devden kaçarken… İki yüzyıl önce aydınlandığını iddia eden zifiri karanlık ülkelerin sınırlarına yüzyıllar boyunca unutulmayacak kadar yoğun bir utanç, acı ve hüzün birikiyordu.”
Yazımıza tanınmış şair İnci Germenlilerin aşağıdaki şiiriyle devam edelim:
“Sanmayın sakın sahile vuranlar
Batan geminin malları
Ganimet değil onlar, insan yavrusu
Uygarlığın utanç tablosu
Üzülme günahsız çocuk
Unutmayacak insanlık, yaşadığın acıları...
Sana göre değil bu dünya
Görmektense korkulu rüya
Kaç masum çocuk kaç
Geçir tırnaklarını, dişlerinle kopar at
Seni saran ağları, kendine bir yol aç…
Canın daha çok yanmadan
Dal derinlere kulaç kulaç
Dalabildiğince dal, denizler ülkesinin
Issız kuytularında kal…
Yatağın olsun yumuşacık kumlar
Köpüklü dalgalar salıncağın
Sana renkli rüyalar iyi uykular
Yosunlar, okşasın tenini
Süremesin kimse sana elini
Balıklar öpsün pembe yanaklardan
Süslesin inciler saçının tellerini
Silemesin fırtınalar coşkun dalgalar
Yüreklere damga vuran izlerini
Rüzgârın ıslığı hoş, gelse de uzaklardan
Gözünü kulağını dört aç
Kaç çocuk kaç tuzaklardan
Kaç, acımasız dünyadan kaç…”
Hepinize iyi hafta sonları değerli Denge okurları.
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.