Boş bir defter kadar umut verici kaç nesne vardır dünyada? İstediğimiz gibi dolduracağımız bir defterden daha yakın kaç dost? Ne söylesek can kulağıyla dinleyecektir beyaz sayfalar. Ne yazsak tekzip etmeyecektir.
Kaderin bütün randevularımızı iptal ettiği bir anda karar veririz kendimizle buluşmaya. Bizi dinleyecek kimsenin kalmadığını düşündüğümüz o yoksulluk anlarında bir defterin önünde buluruz kendimizi. Biz anlatırken dinlermiş gibi yapıp o esnada kendi söyleyeceklerini düşünmeyecektir. Söyleyeceği birşey yoktur çünkü defterlerin. Söyleyeceği çok şey vardır defterlerin.
Romanındaki kahramana günlük tutturmak kesmez bazen yazarı. Ne söyletse ona içi soğumaz. Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanında Selim aciz kalır hislerine tercüman olurken. O vakit anlar kendisiyle buluşmaktan başka çaresi kalmadığını. O vakit fark eder bütün randevularını iptal etmeden kendisiyle buluşamayacağını. Bir defter olsa... Bir defter almak için emlakçıya gitmesi gerekmez. Bir ömür boyu para biriktirmesi gerekmez bir defter satın alabilmek için. Üç odası yokmuş ne çıkar, üç ortası vardır. Üç meydanlı bir şehirdir sokaklarında kediler dolaşan. Pencere kenarlarındaki yağ tenekelerinde kırmızı çiçekler olan rüzgarlı bir şehir. Galerilerin önünde kalbi çarpan müşterilerin lafı mı olur. Bir defter satın almak bir araba almaktan daha çok heyecanlandırır insanı. Hangi araba bir defterin götürebileceği yere kadar gidebilir.
Günlüğünün başına şunları yazar Oğuz Atay: Bu defteri bugün satın aldım. Başka kimseyle konuşmak istemediğime göre, bu defter kaydetsin beni, dert ortağım olsun. Kimseye söylemeden, içimde kaldı, kayboldu dediğim düşüncelerin, duyguların aynası olsun.
Kimse dinlemiyorsa beni ya da istediğim gibi dinlemiyorsa günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda bana bunu da yaptınız.
Canım insanlar diye başlayan bu cümle bizim de canımızı yakmıştır. Hallac-ı Mansur’a atılan güldür. Diken diken eder tüylerimizi.
Günlükler biraz da kendimizden af dilediğimiz yerlerdir belki. Şöyle söyleseydim diye hayıflandığımız şunu yapmasaydım diye defalarca geri döndüğümüz kavga anına bazıları gibi yürüyüp gitmek kolay değildir. Elbette kendisine söven, bağıran birinin yanından. Bunu başarmış olsa da peşini bırakmamışlardır onun. “Ne kaçıyorsun?” diye bağırırlar insanın arkasından. Bazen kavgadan kaçmasına bile izin verilmez insanın. Mutlaka dönüp dövüşmek mi gerekir ? Dönersin geriye ne kaçıyorsun diyen kişiye senin sövmeye bağırmaya hakkın varsa benim de dinlemeye hakkım olduğu için gidiyorum diyebilmeli insan.
Günlükler yalan söylediğimiz yerler de olabilir pekala. Hatalarımızı boğduğumuz vizdan kuyuları da olabilir. Günahlarımıza uygun kılıflar diktiğimiz yerlerde.
Sait Faik Abasıyanık “Saçma sapan bir öykü” isimli hikayesine şöyle başlar: “Dört gün oluyor, anılarımın en yapmacık sayfalarından bazılarını belli belirsiz bir tedirginlikle yazarken, kapının usulca vurulduğunu işittim ama ayağa kalkmadım, yanıt da vermedim. Vuruşlar fazla güçsüzdü, benimse çekingenlerle işim yoktu.” Geride iyi intibalar bırakmak isteyen bu yüzden sahte bir günlük tutan bir yazarın öyküsüdür bu.
Hayatını yazarken yalanlar uyduran bu adamın kapısı ısrarla çalınmaya başlamış, sonunda davetsiz misafir koltuğunun altında bir defterle dalmıştır odaya. Bir öykü yazdığını ve kendisine okumak istediğini, beğenmediği takdirde intihar edeceğini söylemiştir yazara. Yazar biraz da eğlenmek için bu isteği kabul etmiş ve küçümseyerek dinlemeye başlamıştır okunanları. Fakat çok geçmeden işittikleriyle allak bullak olmuş kan ter içinde kıvranmaya başlamıştır, oturduğu koltuğunda. Çünkü kendisini hiç tanımayan bu adam onun gerçek hayat hikayesini okumaktadır.
Günlüğünde yazmadığı ya da çarpıttığı her şey bir bir ortaya döküldükçe hafakanlar basar yazarı ve sonunda öyküyü beğenmediğini söyleyerek nehre yollar misafirini canına kıyması için. Fakat nedense nehrin kıyısında fındık yiyerek yürüyen çocuk etkilenmez gördüğü manzara karşısında.
Sait Faik yazarla odasına gelen davetsiz misafirin aynı kişi olduğunu söylemedi bize öyküsünde. Sezgilerimizle biz bulduk onu. Nehrin kıyısındaki çocuk olup bitene aldırmadan fındık yemeye devam ediyordu çünkü. Nehre atlayan biri yoktu orada. Belli ki Sait Faik’in günlük tutan kahramanı vicdanını ölüme göndererek hayatta kalma yolunu seçmişti. Vicdanların öldüğü yerlerde hayattan söz edilebilir mi?
Hepinize iyi hafta sonları sevgili Denge okurları.
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.