“Gazeteci ölmüş, ahirete göç etmiş..
Öncelikle cennetin kapısını çalmış.
Kapıdaki melek 'öte dünyada ne iş yapardın?' diye sorunca;
'Gazeteciydim' demiş.
Melek kapıyı hışımla yüzüne kapamış.
Morali bozulan gazeteci, istemeye istemeye cehennemin kapısını çalmış.
Şeytan açmış kapıyı. O da aynı soruyu sormuş, 'öte dünyada ne iş yapardın?'
Cevap yine 'Gazeteci' olmuş. Cehennemin kapısı da otomatikman kapanmış gazetecinin yüzüne.
Çaresiz kalan gazeteci düşünmüş taşınmış ve cehennemle cennetin ortasına bir matbaa kurmuş.
Başlamış günlük gazete yayınlamaya...
Ve de o günden sonra hem cehenneme, hem de cennete sorgusuz sualsiz girme hakkını elde etmiş.”
Dün, basında sansürün kaldırılışının 106. yıldönümü ve sözde basın bayramıydı.
Yukarıdaki fıkradan çıkarmamız gereken üç ayrı sonucu sizlerle de paylaşmak istedim.
Birincisi, gerçek gazeteci ne İsa’ya yaranabilir ne de Musa’ya.
İkincisi, çalışan ve üreten gazeteciye tüm kapılar açılır. Cennetin kapıları bile.
Üçüncüsü ve en önemlisi ise gazete çıkaran ve haber üreten gazetecilere ahirette bile sansür uygulanmaz.
Fakat günümüzde gazeteciliği, şahsi çıkarları için bir kapı açma mesleği olarak görenlerin sayısı çok fazla.
Bu mesleği bir basamak olarak görenler de öyle.
Yani gazetecilik kimliği ve nüfuzu ile toplumda yer edinip, akabinde kısa yoldan kamuya kadrolu ya da sözleşmeli çöreklenme ya da ihale kapma hastalığı.
Kendisi olmasa bile karısını, kızını, oğlunu ya da damadını iş güç sahibi yapma çabası.
Gazetecilikle çilingirliği karıştıran bu asalaklar ve onlara müsamaha gösterenler var olduğu sürece, bu mesleği gerçek manada yapanların çilesi bitmez.
Bu dünyada da, öbür alemde de…
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.