Geçen hafta, üyesi olduğum gruplardan birinde paylaşılan bir yazıdan oldukça etkilendim. Söz konusu yazı, tayini çıkan bir hakimin ardından adliyedeki mesai arkadaşlarının Ona ithafen yazdıkları bir mektuptan ibaretti.
Bahsi geçen mektup o kadar etkileyici ve güzeldi ki, mektubu özetlemek yerine, buraya aynen almayı uygun gördüm;
GÜLE GÜLE HAKİM BEY...
Ama, yok öyle "Allaha ısmarladık" deyip çekip gitmek...
Üç yıl önce geldiğinizde, "Biz bir aileyiz ve bu ailede hepimiz anne, hepimiz baba, hepimiz çocuğuz. Birbirimizi seversek çalışmış sayılmayız, yorulmayız" demiştiniz.
Biz sizinle işimizi çok sevdik, adliye evimiz oldu, hiç yorulmadık Hakim Bey.
İnsanın tek başına mutlu olması utanılacak bir şey, hayatta en önemli kelime "biz" demiştiniz. Biz hep beraber mutlu olmayı sizde öğrendik.
İşini yaparken övgü beklemenin, mutluluğumuzu başkasının eline bırakmak olduğunu, iyi yapılmış işin ödülünün onu yapmak olduğunu;
Lider olabilmek için önce hizmetçi olmak gerektiğini, astların başarılarından mutlu olmayan insanın lider olamayacağını;
En çok vakit geçirdiğimiz 5 kişinin ortalaması olduğumuzu ve hayatımızın kalitesini hayatımızdakilerin kalitesinin belirleyeceğini;
...koyun olmamayı, meraklı ve sorgulayan olmayı, "bana göre" ve "ne diyorum ki" demeyi, bir yerde herkes aynı düşünüyorsa aslında orada kimsenin olmadığını;
Hatanın kötü birşey olmadığını, kötü olanın onu gizlemek olduğunu, öğrenilmesi gereken en değerli şeyin başkalarının bilgi ve deneyimlerini kullanmayı bilmek olduğunu, konuştuğumuz zaman sadece bildiklerimizi tekrar edeceğimizi, ama dinlersek yeni şeyler öğreneceğimizi;
Arkadaş edinmenin en iyi yolunun arkadaş olmak olduğunu, konuşurken iyi hissettiğimiz insanları kaybetmememiz gerektiğini;
Bizi zorlamayan hiçbir şeyin bizi geliştirmeyeceğini;
Yaşamın belli aşamalarındaki zorlukların sonraki yıllarda yaşamı kolaylaştıracağını;
Gözyaşının, ardından gelecek gülümseme için temizlik yaptığını;
Geceye yenilmeyene ödül olarak bir sabah, bir gündüz, bir de güneş olduğunu;
Hayatta önemli olanın çok şeye sahip olmak değil, az şeye ihtiyaç duymak olduğunu;
Sesini duyurmak için bağırıp çağırmaya gerek olmadığını, duymak isteyene bir fısıltının yeteceğini, çoğu zaman fısıldayarak söylenen sözlerin daha uzağa gideceğini;
Gösterişin kültürel zayıflığın bir yansıması olduğunu, gerçek gösterişin ise doğallık olduğunu;
Kötü insanın başkasının üzüntüsüyle rahatlayan kimse olduğunu, yalnızca başkalarının acılarını duyarsak insan olabileceğimizi;
Dünyanın kötüler yüzünden değil, seyirci kalıp hiçbirşey yapmayanlar yüzünden kötü olduğunu, insanın iyiliği de kötülüğü de kendine yapacağını;
En iyi ilacın ilgi ve sevgi olduğunu, sevmenin, gönül almanın, ince düşünmenin, güzel konuşmanın, halden anlamanın, düşeni kaldırmanın, ağlayanı güldürmenin, hep bedava olduğunu;
Hayatın çok kısa ve sadece sevmek için zaman olduğunu; tartışmaya, kıskançlığa, hesap sormaya, nefret etmeye zaman olmadığını;
İyi insanlar Cennete gider değil, iyi insanlar neredeyse Cennetin orası olduğunu;
Biz beraber öğrendik Hakim Bey...
Siz hep burada... olacaksınız...
Taraklı'nın karda açan kır çiçeği gibi...
Gördüğünüz gibi, söz konusu mektubun her satırı kendi başına ayrı birer yazı konusu olabilecek derecede derin anlamlar taşımaktadır. Fakat benim ilgilendiğim kısım, mektubun içeriğinden çok, görev yaptığı yerden ayrılan bir kamu görevlisinin ardında bıraktığı iz. Ne mutlu görevini hakkıyla yapıp, ardında hoş seda bırakanlara...
Kamu görevi ve yöneticilik ateşten bir gömlektir. Hakkıyla yapanlara hem bu dünyada hem de ahirette eşsiz mükafatlar beklerken, işgal edilen makamların ve verilen görevlerin hakkını vermeyenlerin payına da zillet düşer. Böyleleri dünyada itibarlarını kaybederlerken, ahiretlerini de perişan ederler...
Makamlar mihenk taşı gibidir, adamın kaç ayar olduğunu ortaya çıkarır. Aslında makamlar insanları değiştirmez, maskelerini düşürür. Adamın kalitesine göre de o maskenin altından ya zalim, haramzede, ahlaksız ve yalancı bir kişilik çıkar, ya da Taraklı Hakimi gibi adam gibi adamlar çıkar...
Önemli olan, ünvan, makam, zenginlik, apolet vs değil, geçip gittiğin yerde hoş bir seda bırakmaktır. Ne demişler, "Sel gider kumu kalır, yel eser tozu kalır".
Ne yazıktır ki bazıları, bırakınız hoş seda bırakmayı, giderlerken hoparlörü de çalıp gidiyorlar. Fakat unuttukları şey, bu dünyada olmazsa ahirette, herkesin mutlak surette hesap vereceğidir...
Esen Kalın...
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.