Bir Karadeniz türküsünde geçen "Ya ben anlatamadum, ya sen anlamayisun" sözleri, adeta günümüzdeki insan ilişkilerinin özeti gibi...
Ne yazık ki anlamak ve anlayış göstermenin hayal haline geldiği, adeta birbirimizi anlamamak için
özel çaba sarfettiğimiz bir çağda yaşıyoruz. Artık anlayıp anlaşılmak için değil, birbirimizi alt etmek ve kendi fikirlerimizin doğru olduğunu kabul ettirmek için konuşuyoruz. En basit konularda bile ayrılığa düşüyor, birbirimizden uzaklaşıyoruz. İbrahim Tenekeci'nin deyimiyle, "dinlemek yerine eleştirmenin, söz söylemek yerine laf yetiştirmenin" peşindeyiz. Satırları değil, satır aralarını okumaya çalışıyoruz...
Önyargılarımız yüzünden gözümüz kör, kulaklarımız sağır ve dillerimiz lal.
Tıpkı şu hikayede "ölü olduğuna inanan" akıl hastası gibi;
Yatırıldığı akıl hastanesinde ölü olduğuna inanan, bu nedenle de yemek yemeyen ve hiçbir yaşamsal faaliyete katılmayan bir akıl hastası, tüm uzman psikiyatristlerce girişilen her çabaya rağmen ölü olmadığı konusunda bir türlü ikna edilemez.
Hastanın bu kararından vazgeçmeyeceğini anlayan ve tedavisini üstlenen psikiyatristlerden biri, sonunda hastaya ölülerin vücudunun kanayıp kanamayacağına dair bir soru yöneltir. Hasta "tabi ki kanamaz, çünkü ölülerin tüm hayat fonksiyonları durmuştur" der.
Bunun üzerine psikiyatrist küçük bir iğne alıp hastanın parmağına batırır. Bir müddet şaşkınlıkla parmağına bakan ve kanadığını gören hastanın tepkisi ise ilginçtir;
- Lanet olsun! Ölülerin de bedeni kanarmış.
...
Ne demiş Can Yücel;
Ne renk olursa olsun kaşın gözün,
Karşındakinin gördüğüdür rengin...
Mevlana da, "Söyleyebildiğin karşındakinin anladığı kadardır" demektedir.
Siyah perdeleri çektiyseniz, gün ışığının size bir faydası olmayacaktır...
W. Shakespeare'e göre ise “Hiç kimse, duymak istemeyen biri kadar sağır olamaz.”
Anlamayana anlamadığını farkettirmek, aslında pek çok sorunu çözer. Fakat bu iş o kadar da kolay değildir. Dücane Cündioğlu'na (ya da Sezai Karakoç'a) ait "Anlamak masraflı iştir; emek ister, gayret ister, samimiyet ister. Oysa yanlış anlamak kolaydır; biraz kötü niyet, biraz da yetersizlik kâfidir” sözü, problemin sebebini açıklar gibidir...
Anlama süreci önce kendini anlamakla, sonra da başkalarını anlamaya çalışmakla başlar. Bunun için önyargılardan kurtulmak ve dinlemeyi bilmek lazımdır. Gel gelelim, önyargılardan kurtulmak o kadar da kolay değildir. Albert Einstein bu hususla ilgili olarak "Önyargıları parçalamak, atomu parçalamaktan daha zordur” demektedir.
Bütün zorluklara rağmen, önyargılarından kurtulamayan ve dolayısıyla anlamak istemeyenlere ne söylenirse söylensin nafile. Böyleleri için söylenebilecek en güzel söz, "Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az" atasözüdür...
Ben, önyargılarının esaretinden kurtulamamaları sebebiyle anlama kabiliyetlerini kaybedenler için "idrak yolları iltihaplı insanlar" tabirini kullanıyorum.
İdrak yolları enfeksiyonu, anlama kapasitesini yiyip bitiren korkunç bir enfeksiyondur. Bu enfeksiyona maruz kalanlar, kendilerini bilgisiz ve yetersiz görmeye başlar ve neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlayamazlar. Böylelerinin bilgisi gazete ve televizyon haberlerine dayanır, kitap okumazlar, bilimsel olan herşeyden uzak dururlar, tarihi Malkoçoğlu filmlerinden öğrenirler. Bunlar kendilerini değiştirecek hiçbir girişimde bulunmadıkları gibi, bulunanları da sevmezler, fındık kabuğunu doldurmayacak bilgileriyle de yargısız infaza kalkışırlar...
Anlayamamanın sonuçları bazen ölüme varacak kadar korkunçtur.
Mesela, anlayamazsan fay hattındaki evinin yıkılmasını veya dere yatağındaki evine su basmasını kadere bağlarsın.
Anlayamazsan, yakın akraba evliliğinden doğan özürlü çocuklarını, günahlarından dolayı Allah'ın bir cezası olarak görürsün.
Ve daha pek çok felaketi "anlayamamanın bedeli" olarak yaşarsın...
Son söz;
“Görmek istemeyenden daha kör kimse yoktur.” (Lao Tzu)
Yolumuz birbirimizi anlamaktan geçmiyorsa, hiçbir yere varamayacağız demektir" (İsmet Özel)
Esen Kalın...
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.