Bu hafta farklı bir konuda yazmayı düşünürken, geçen hafta içerisinde Yeni Zelanda'da Müslümanlara yönelik olarak gerçekleştirilen vahşi katliam, yazımın konusunu değiştirmeme sebep oldu.
Konunun derinlerine girmeden önce, olay hakkında özet bir bilgi vermekte fayda olduğunu düşünüyorum:
15 Mart Cuma günü, Yeni Zelanda’nın Christchurch kasabasında, Cuma namazı için camiye giden Müslüman cemaate yönelik silahlı saldırılar düzenlenmiş, bu saldırılarda 49 kişi yaşamını yitirmiş ve aralarında çocukların da bulunduğu 39 kişi de yaralanmıştır.
Gerçekleştirilen ırkçı ve faşist saldırıların hemen sonrasında, İskoç asıllı bir ana babanın çocuğu olan Brenton Harrison Tarrant isimli bir şahıs, saldırıların baş zanlısı olarak yakalanıp gözaltına alınmıştır.
Sözkonusu şahsın saldırı öncesi Twitter hesabından yayınladığı 74 sayfalık manifestoda, kendisini "Avrupalı" olarak tanımladığı ve manifestodaki neonazist fikirler ile Avrupadaki ırkçıların görüşlerinin birebir örtüştüğü anlaşılmıştır.
Öte yandan söz konusu manifestonun bir bölümünde, "Avrupa'ya gelirseniz sizi öldüreceğiz." şeklindeki sözlerle Türkler tehdit edilmektedir.
Saldırıda dikkat çeken hususlardan biri ise, saldırganın kullandığı silahta yer alan ve onun iç dünyasını açığa vuran ibarelerdir. Söz konusu silahta yer alan ırkçı ifadelerden bazıları, Viyana kuşatmasının tarihi, "Türk Yiyici" manasına gelen "turcofagos" ve haçlı seferleri ile özdeşleştirilen "Deus vult" (Tanrı bunu istedi) şeklindedir.
Değerli Okurlarım,
Yeni Zelanda'daki cami saldırıları, İslam karşıtlığı ile Türk ve Müslüman düşmanlığının geldiği noktayı bize açıkça göstermektedir. Bu saldırı ile İslamofobik düşüncelerin artık bir terörist ideolojiye dönüştüğünü anlamış olduk.
Geçen onca zamana rağmen, İslam ve Türk düşmanlarının ne Osmanlı'yı, ne haçlı seferlerindeki mağlubiyetlerini, ne de İstanbul'un Fethi'ni hala unutamadıkları görülüyor.
Oysa, İslam ve Türk düşmanlarının tam tersine, bizler tarihimizi, ecdadımızı ve değerlerimizi çoktan unutmuş vaziyetteyiz...
Bu nedenle, Türk ve İslam düşmanları bize saldırarak, doğrusu çok büyük ayıp ettiler...
Halbuki bizler, onlar gibi yılbaşını kutluyor ve onlar gibi giyinmiyor muyduk?
Doğum günlerimizde onlar gibi mumlar üfleyip eğlenceler düzenlemiyor muyduk?
Allah'ın haram kıldığı içkileri içip, gece alemlerine dalıyor ve onlar gibi eğlenmiyor muyduk?
Onların kurdukları faiz sistemine dahil olup, köküne kadar faize batmamış mıydık?
Bırakın normalleri, özgürlük adına eşcinsellerin bile sokaklarımızda her türlü edepsizliği yapmalarına müsamaha göstermiyor muyduk?
Onlar gibi zinayı normal kabul edip, rüşveti hak olarak görmüyor muyduk?
Kısacası, bizler aslımızı unutup neredeyse onlara benzememiş miydik?
Birbirimize bu kadar çok benzemişken, doğrusu bize çok ayıp ettiler...
Lafta kalacak kadar dinimizden ve Türklüğümüzden uzaklaşmamıza rağmen, yine de bizi tehdit ettiler. Kalbimizdeki İslam kırıntısına bile tahammül edemeyip, bize saldırmaktan vazgeçmediler...
Peki nerde hata yapmıştık biz?
Unuttuğumuz neydi?
Bütün bu soruların cevabını, Bakara Suresinin 120. ayetinde bizzat Yüce Allahımız şöyle veriyor;
"Sen onların geleneklerine, hukuklarına tâbi olacak ve onların hayat tarzlarını benimseyecek kadar aşırı tavizler versen bile Yahudiler ve Hristiyanlar asla seni tercih edip sana boyun eğmeyecekler..."
Yani, onlar bize daima "çirkin ördek yavrusu" muamelesi yapmaya devam edeceklerdir.
O halde, aklımızı başımıza alıp özümüze dönmenin vakti çoktan geldi de geçiyor bile.
Tarihimizi ve aslımızı unuttuğumuz vakit karşı karşıya kalacağımız tehlikelerin farkına ne zaman varacağız?
Bize Viyana'yı hatırlatanlara, İstanbul'un Fethini hatırlatmanın vakti gelmedi mi daha?
Onlar gibi elimize silah alıp kan dökmeyeceğimize göre, atalarımızın kan döküp can vererek aldıkları İstanbul'un sembolü olan Ayasofya'yı er ya da geç camiye çevirerek, bize düşmanlık yapanlara en güzel cevabı verebiliriz diye düşünüyorum.
Ayasofya'nın camiye çevrilmesi hadisesi, bir cami ihtiyacının giderilmesinden çok daha büyük anlamlar taşır. Çünkü, Ayasofya sadece kuru bir bina değil, 1453 yılında Fatih Sultan Mehmet Han ve Onun mübarek ordusu tarafından gerçekleştirilen fethin sembolüdür.
Herkesçe malumdur ki Fatih Sultan Mehmet Han İstanbul'u fethettiğinde, atından inerek derhal Ayasofya'ya gitmiş ve orada iki rekat şükür namazı kılmıştır. Onun Ayasofya'da kıldığı bu namazı, Ayasofya'nın cami olarak kalması konusundaki bir vasiyeti olarak anlamaktan başka çaremiz yoktur.
Kanaatim odur ki, İstanbul'un fethi ile tarih sayfasından silinen Doğu Roma İmparatorluğu'nun yok oluşunun ve Ortaçağ'ın bitişinin resmi tescili, ancak Ayasofya camiye çevrildiği gün gerçekleşecektir.
Tabii bu konuda zamanlamanın çok iyi ayarlanması gerektiğini de en iyi bilenlerdenim. Ayasofya'nın derhal açılması gerektiğini söyleyenlere, sakin davranmaları gerektiğini söylemek isterim. Bu işin getirisi-götürüsü iyi hesaplanmalı ve zamanı iyi kollanmalıdır. Aksi taktirde, kaş yapayım derken göz çıkartılmış olur.
Yazıma son vermeden önce, okyanusun ötesinde, emperyalistlerin kölesi olarak yaşayan hain FETÖ elebaşısının yıllar önce söylediği şu sözleri hatırlatmak isterim:
“Haçlının ülkenizi işgal etmesi, çok tehlikeli değildir; çünkü sizin ve onların arasında kırmızı çizgiler vardır. Bir kere onlar, sizin kadınlarınıza kızlarınıza ilişmezler, mâbedinize ilişmezler; ilişmemiş Haçlılar."
İzahı imkansız bu ihanet sözlerini duyup, Yeni Zelanda'daki haçlı zihniyetli teröristlerin yaptıkları katliama rağmen, hâlâ FETÖ'nün peşinden gidenlere söylenecek tek söz var:
Sevdiklerinizle haşrolun. Hainler için yaşasın Cehennem...
Esen Kalın Değerli Okurlarım...
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.