İnsan sosyal bir varlık olup, bu özelliği sebebiyle de diğer canlılardan farklıdır. İnsan, hayatı boyunca diğer insanlarla iletişim halinde yaşar ve onlarla çok farklı ilişkiler içerisinde bulunur.
Peki bu iletişim süreci her zaman sağlıklı ve doğru bir biçimde mi yönetilir? İhtilafa düştüğümüz durumlarda birbirimizi anlamaya çalışıyor muyuz? Karşımızdakini anlamak için empati yapıyor muyuz? Hoşgörü ve sempati duyabiliyor muyuz?
İşte bu haftaki yazımızda, bu soruların cevaplarını bulmaya çalışacağız. Bunun için de, Suriyeden ülkemize gelen mülteci ve sığınmacılar üzerinden konuyu ele alacağız.
Konunun derinliklerine dalmadan önce, empati, sempati ve hoşgörü kavramlarının anlamları hakkında kısa bir bilgilendirme yapmakta fayda olduğunu düşünüyorum.
Empati, karşıdaki kişinin yerine kendini koyarak olaylara onun bakış açısıyla bakabilmektir.
Sempati, karşımızdaki kişiyle aynı duygu ve düşünceye sahip olmaktır. Üzülüyorsa üzülmek, seviniyorsa sevinmektir mesela.
Hoşgörü ise, affetme, kolaylaştırma, ayıp ve kusurları örtme ve anlayışlı olma durumudur.
Konu biraz anlaşıldığına göre, şimdi bu kavramları ülkemizdeki mülteciler üzerinden derinleştirmenin zamanı geldi. Bunun için öncelikle şu soruları soralım kendimize;
Ülkemizdeki mültecilere kızgın mıyız? Nefret mi duyuyoruz? "Ne işleri var bizim ülkemizde" diyerek aşağılayıp horluyor muyuz? Yoksa, acıyor, onlarla beraber üzülüyor muyuz? Ya da dertlerine ortak olup, sorunlarına çareler mi arıyoruz? Hatta bir adım öteye geçip "Kardeş aileler" mi ediniyoruz onlardan?
Bu soruların çoğunun cevabı malesef olumsuz. Öfkeliyiz, aşağılıyoruz, dertlerine çözüm aramıyoruz, hoşgörülü değiliz.
Peki o zaman, yazımızın başlığındaki kavramlar dairesinde konuşalım; belki o zaman düşüncelerimiz ve bakış açımız değişir.
Öncelikle, "Bu insanlar kim ve neden buradalar?" sorusunun cevabının doğru olarak bulunması lazım.
Bu insanların çoğu, Suriyedeki savaş ve zulümden kaçarak ülkemize gelen soydaşlarımız. Tıpkı, 1980'li yıllarda Bulgaristan'daki Kominist rejimin Türkler'e karşı uyguladığı asimilasyon politikası sebebiyle Türkiye'ye göç etmek zorunda kalan soydaşlarımız gibi. Suriyedeki iktidarın Türk bölgelerine karşı uyguladığı zulüm politikaları sebebiyle çaresiz kalıp kendilerine hem coğrafi, hem de soy olarak en yakın gördükleri ülkeye gelen bu insanların, nerdeyse hepsi Türkçe konuşuyor ve çoğunun ülkemizde akrabaları mevcut. Bu haldeyken ya ne yapsalardı? Orda kalıp körü körüne ölseler miydi? Unutmayın, bu insanlar asker değil, silah ve mühimmat olarak yeterli değil ve nihayet mevcut rejimin zulmüne karşı koyacak durumda değiller. Çoğu kadın ve çocuklardan oluşuyor.
Onlarla ilgili olarak bir an bile empati yaptığımızda, yani kendimizi onların yerine koymayı denediğimizde, durumlarını daha iyi anlıyacağız aslında. Eğer onları anlayabilirsek sıra sempati duymaya gelecektir. Onlarla beraber biz de üzüleceğiz, acı çekeceğiz ve sevinçlerinde de sevineceğiz. Belki bazı illerde ara sıra yaptıkları kural tanımaz tavırlarını hoşgörüyle bakacağız. En azından, kadınlarına ve çocuklarına göz dikmeyeceğiz. Tıpkı, Sakarya'da, 9 aylık hamile Suriyeli Mefta Emani'yi 10 aylık bebeğiyle öldürdüğümüz gibi.
Olaya bir başka açıdan bakalım;
Kaç kişi doğduğu ve büyüdüğü yerde yaşıyor ki şu an? Sen Ahmet Ağa, köyünden şehre niye göçtün? Sayın müdürüm, sen niye memleketin Samsun'da değilsin de Aydın'dasın? İbrahim Abi, sen niye Almanya'dasın?
Herkes bir şekilde mülteci bu alemde. Kimi ekmek için, kimi can korkusuyla, kimi daha rahat bir hayat için.
Cennet'ten kovulan Hz. Adem'in çocukları olarak, aslında bu dünyada hepimiz mülteci değil miyiz?
O halde bu kin, nefret, öfke, aşağılama ve hazımsızlık niye?
Lütfen biraz empati, biraz sempati ve çokça hoşgörü...
Bunu yalnızca ülkemizdeki mültecilere karşı değil, birbirimize karşı da uygulayalım. Bak göreceksiniz, o zaman bu dünya daha yaşanılabilir olacak, birbirimizi daha çok sevecek ve hayata dair umutlarımız daha da çoğalacak.
HANGİMİZ ENGELLİ DEĞİLİZKİ...
Geçtiğimiz Pazar, Dünya Engelliler Günüydü. O gün, engellilerle ilgili farkındalık oluşturmak için birçok etkinlik düzenlendi ve sosyal medya üzerinden paylaşımlarda bulunuldu. Peki, sonra ne mi oldu? Maalesef her şey gene eski haline döndü. Engellilere karşı hoşgörü, anlayış ve sempati ortadan kalktı, onların öncelik haklarını çabucak unuttuk. Bu böyle sürüp gidecek; taa ki bir dahaki engelliler gününe kadar.
Bir an düşünerek empati yaptım ve engellliler gününün benim de günüm olduğunu farkettim. Zira ben de bir engelliyim ve daha da ötesi, dünyada engelli olmayan kimseye rastlamadım henüz. Nasıl mı?
Mesela ben balıklar gibi su altında yaşayamıyorum, solungaç engelim var. Kuşlar gibi uçamıyorum, kanat engelim var. Arkadaşlarımdan bazıları takla atabiliyorken ben atamıyorum, ıslık çalamıyorum. Daha bunlar gibi birsürü engelim varsa ben neyim? Pek tabi ki, ben de bir engelliyim.
Ama bu eksiklerim insan olmama engel değil.
Bir ya da birkaç uzvu yok diye kimseyi hakir görme. İnsandan bütün organlarını alsanız da, geriye gene insan kalır.
Unutmayın! Her fert, eksikleriyle beraber insandır. İnsana saygı, engelliye de saygıyı gerektirir.
Yunus Emre'nin herşeye ve herkese sevgiyle, hoşgörüyle bakılması gerektiğini anlatan şu sözü, engellilere karşı nasıl davranmamız gerektiğini bize ne güzel anlatır:
"Yaradılanı severim, Yaradandan ötürü"
Muhabbetle kalın...
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.