Maddi olarak çok varlıklı bir ailenin değil, memur bir babanın dört çocuğundan biri olarak geçti çocukluğum. Din görevlisi olan babamın maaşından başka geliri yoktu, ama sınırsız itibarı ve saygınlığı vardı. Ömrü boyunca maddi olarak sahip olabildiği tek varlık, eline para geçtikçe odalarının içlerini tamamlayabildiği ve çocukluğumun geçtiği evdi. İlkokulu bile dışardan bitirmiş bir adam olmasına rağmen, eğitimin ve okumanın önemini onun kadar iyi kavrayabilen bir insana çok az rastladım ben. "Siz yeter ki Allah'ın istediği gibi inançlı, vatansever ve dürüst insanlar olun, bir evim var, onu satar gene sizi okuturum" dediğini dün gibi hatırlıyorum. Bir memur maaşı ile aynı anda üç üniversite ve bir lise talebesi okutabilmek her babayiğidin harcı değildi. Bunu, büyüyüp çoluk-çocuk sahibi olunca anladım. Tabi bu konuda annemin babama olan desteklerini de asla unutamam. Kim bilir belki de, satın aldığımız yarı otomatik örgü makinasınde Onun sabahlara kadar başkaları için örgü örmesi sayesinde okuyabildik. Adım gibi eminim ki, bize hiçbir zaman haram lokma yedirmediler. Allah onlardan razı olsun, ömürlerine ömür katsın inşallah.
Çocukluğumdan kalan ve hatırladıkça duygulandığım en güzel hatıralardan biri de, babamın maaş aldığı günlerdeki tutumuydu. Babamın maaşını aldığı günler, bizim ve Onun için adeta bayram günleriydi. O, maaşını alıp eve gelirken mutlaka kasaba uğrar, bir kilo da olsa et alır ve o gün evimizde mutlaka etli bir yemek yenirdi. Aldığı maaşla beraber, bizim yörelerde divan denilen, salonun penceresi önündeki sedire oturur, o ay aldığı borçlar ve taksitlerin yazılı olduğu kağıdı cebinden çıkararak paraları bölüştürmeye başlardı; şu şuraya olan borç, şu şuranın taksidi, şu filanca oğlanın ihtiyacı için, şu elektrik parası için, şu su parası için vs diyerek bütün parayı bölüştürdükten sonra geriye neredeyse hiçbirşey kalmazdı. Ama ödemesi gereken bir önceki aya ait borçlar ödenmişti ya, ondan mutlusu yoktu o gün. Önümüzdeki bir ay için gene borç bulması gerekirdi. Allah'a çok şükür bu konuda sıkıntısı hiç yoktu. İnsanların "Hafız, sen çocuk okutuyorsun, ihtiyacın vardır; al şu parayı, ne zaman istersen geri öde" diyerek babama borç para vermelerine çok şahit olmuşumdur. Babam da, bir defa olsun aldığı borcu geri istetmemiş, çok defa zamanından bile önce ödemiştir.
Sevgili Okurlarım,
Belki bir çoğunuz bütün bunları neden anlattığımı merak ediyorsunuzdur. Kendi ailemden örnek alarak anlattığım bu hikaye, aslında geçmişteki birçok ailede var olan ve benzerleri yaşanılan hikayelerden sadece biri.
Bu haftaki yazımda, geçmişe ait yaşantılardan yola çıkarak, geçmişle bugün arasındaki bazı farkları ortaya koymaya çalışacağım sizlere. İşte bu nedenle öncelike geçmiş hayatlardan bir kesit sunmak istedim.
Değerli Dostlarım,
Eski dönemlerle kıyaslandığında, günümüzün hayat şartları çok daha kolay ve imkanlar çok daha fazla. Günümüz insanı, istisnalar haricinde, istediği şeylere büyük ölçüde sahip. Altımızda son model arabalar, her yerde insanlarla dolu ışıl ışıl lokantalar ve eğlence mekanları, eskiden olsa saray diyebileceğimiz evler ve benzeri birçok imkan artık elimizin altında emrimize amade. Kimse artık yamalı elbise giymiyor, ayakkabılarını tamir ettirmiyor. Açlık artık bir tehdit olmaktan çıktı.
Kısacası, yediğimiz önümüzde yemediğimiz arkamızda.
Fakat ortada garip birşey var; insanlarda huzur yok. Ortalıkta eskiye göre daha asık suratlı, daha sinirli ve hiçbir şeyle yetinmeyen birsürü insan dolaşıyor. Her türlü gelişmişlik ve imkana rağmen, toplum güvensiz ve buhran içerisinde.
Peki sahip olduğumuz bütün imkanlara rağmen bu mutsuzluğun sebebi ne? Ne değişti de biz mutsuz bir toplum haline geldik?
Sevgili Dostlarım,
Şüphesiz ki bu sorunun pek çok cevabı var. Söylediğimiz gibi, eskiye göre çok daha iyi şart ve imkanlara sahibiz. Elhamdülillah karnımız doyuyor. Fakat, bütün gelişmelere rağmen ihmal ettiğimiz birşey var; ruhumuz. Yani karnımız tok ama, malesef ruhumuz aç. Ruh aç olunca da, bir kanadı eksik uçağın uçamaması gibi, insan da yaşayamıyor. Yaşadığımızı sandığımız hayat bize zevk vermiyor. Hatta bazen ızdırap oluyor ve bizi bunalıma sürüklüyor. Bunun sonucu olarak ta intiharlar, cinayetler ve isyanlar başlıyor. Ama ne isyan; düzene isyan, büyüğe isyan, inanca isyan, kısacası hayata isyan...
Konunun daha iyi anlaşılması için size bir örnek vermek istiyorum;
Pek çoğunuzun hatırlayacağı gibi, 2009 yılında gerçekleşen meşhur bir "kesikbaş cinayeti" vakıası vardı. Olayda, çok varlıklı bir ailenin oğlu olan Cem Gariboğlu, orta halli bir ailenin kızı olan arkadaşı Münevver Karabulut'un başını keserek öldürmüştü. Oysa ki aralarında hiçbir sorun yoktu ve birbirlerini seviyorlardı. Cinayeti işleyen Cem Gariboğlu çok zengin bir ailenin oğlu ve herşeye sahipken bu cinayeti neden işlemişti peki? Cevap çok basit; Maddi olarak herşeye doymuş iken, malesef ruhu açtı.
İnsanlar vücut açlığına katlanılabilirlerken ruh açlığına tahammül edemezler. Eğer bu açlık normal yollardan giderilmezse araya nefis girer ve insanı yanlış yollara sevkeder. Bu nedenle "ruhumuzu mu doyuruyoruz yoksa nefsimizi" hususunda çok dikkatli olmak gerekir.
Değerli Okurlarım,
Yazımızın sonunda söylemek istediğim şey özetle şu;
Eskiden her şeyimiz yoktu, ama huzurumuz vardı. Önce şükür bitti, sonra samimiyet ve sonrasında da sırasıyla bütün güzel değerlerimiz. Ama hepsiyle birlikte huzurumuz gitti...
Büyük şair Sezai Karakoç'un dediği gibi;
Baharı yaz uğruna tükettik,
Aşkı naz uğruna.
Ve papatyaları seviyor sevmiyor uğruna.
Derken ömrü tükettik bir hiç uğruna...
Esen kalın dostlarım...
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.