Türk Dil Kurumuna göre mahremiyet, bir kişiye ya da topluluğa mahsus bilgi ve özellik, aynı zamanda da gizlilik manasına gelir.
Mahremiyet kelimesinin kökeni olan mahrem, gizli tutulan, alenen açıklanmayan ya da gösterilmeyen demektir.
Mahremiyet denilince aklımıza ilk olarak özel hayatın mahremiyeti, hasta mahremiyeti, bedensel mahremiyet, bilgi mahremiyeti ve saire gelmekte.
Oysa bugünkü yazıma konu olan mahremiyet türü, özel hayatın mahremiyeti içinde sayılabilecek olan "Evlerin mahremiyeti" ya da "Mesken mahramiyeti"dir...
İnsanoğlu sosyal bir varlık olsa da, her insanın mahrem ve kendine ait özel alanları vardır. Madden ve manen sınırları çevirili bu özel alanların dış etkenlere kapanması ve korunması ise dinimizin bir emridir. Sözkonusu mahrem alanlarımızdan biri de evlerimiz ya da meskenlerdir...
Mesken kelimesi "durma, rahat ve huzur bulma” manasına gelen "sekene" kelimesinden türemiştir. Bu anlamda, insanoğlunun kendini ve neslini muhafaza etmek, hayatını sürdürebilmek ve sükûna kavuşmak için yaptığı evlere mesken denir...
İnsanın içinde yaşadığı mekanla ilişkisi sadece barınma ile sınırlı değildir. Meskenler aynı zamanda birer değerler merkezini ifade ederler. Milletlerin kültürü, zihniyeti ve hayat anlayışları evlerine yansır. Bu açıdan bakıldığında, aslında milletler evlerini inşa ederlerken kendi medeniyetlerini de inşa etmektedirler. Mesken ve kültür arasındaki bağı ifade için mimarlar arasında söylenen şu söz ne kadar da manidardır;
"Meskenlerimizi biz yaptığımızı zannederiz, ama
aslında bizi biz yapanlar meskenlerimizdir"...
Aile bireylerinin haya ve edep duygularının korunması ve bireyler arasındaki bağların güçlenmesi açısından evlerin mahremiyeti son derece önemlidir. Bu bağlamda, eve ait sırların dışarıya çıkmaması, dışarıdakilerin de evde olanları bilmemesi büyük önem arzeder. Kısacası her ev bir "harem", evin içinde olan bitenler ise "mahrem"dir...
İşte bu realiteden hareketle, ecdadımız evlerin mahremiyetine büyük önem atfetmiş, konutların inşaasında bile mahremiyet kavramına uygun hareket etmişlerdir.
İslam’da "harama giden veya götüren yolları kapatmak" manasında “sedd-i zerâyî” denilen bir kavram vardır ki, geleneksel Türk Mimarisini şekillendiren en önemli faktörlerden biridir.
Geleneksel Türk mimarisinde mahremiyet denilince aklımıza ilk gelenler; avlu duvarları, yapı girişleri, kapı tokmakları, kim geldi pencereleri, katların kullanıcı doğrultusunda şekillenmesi, gelin odası ve servis için oluşturulan dönme dolaplardır.
Pek tabidir ki evler imahramiyete uygun olarak inşa etmek yetmez; bunun yanında, insanların da mahremiyete uygun davranmaları ve birbirlerinin mesken mahremiyetine saygı göstermeleri zarurettir.
Bizler büyüklerimizden, “Bir evin kapısına gittiğinizde kapıya üç defa vurun, yüzünüz asla kapıya dönük olmasın, kapı açılıncaya kadar kapının sağına veya soluna çekilerek bekleyin” diye tembihte bulunulan nesillerdik. Ne yazık ki bu nasihatin bir ayete dayandığını çok sonraları anlayabildik.
Yüce Allah Kuran'da şöyle demektedir;
“Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere gireceğinizde, orada yaşayanların gönül hoşluğunu bulacak şekilde izin almadıkça ve onlara selâm vermedikçe içeriye girmeyiniz. Bu sizin için daha hayırlıdır. Olur ki düşünür de hikmetini anlarsınız. Evlerde kimseyi bulamazsanız, size izin verilmedikçe içeriye girmeyiniz. Eğer size "geri dönün" denilirse, geri dönünüz; bu sizin için daha temizdir. Allah, yapmakta olduğunuz bütün işleri bilendir” (Nûr 24/27-28).
Namaz ve zekat gibi pekçok farz ibadetin bile ayrıntılarına yer verilmemişken, başkalarının evlerine nasıl girileceği hususunun Kur'an'da ayrıntılarıyla yer alması, evlerin mahreniyetinin korunmasının ne derece önemli olduğunu göstermiyor mu?
Peki, bu kadar önemli bir konuda bugün ne durumdayız?
Malesef günümüz nesli evlerin mahremiyeti konusunda sınıfta kalmış vaziyette. Artık mahremiyete uygun inşa edilmiş o eski evler yok. İç içe geçmiş apartmanların pencereleri ve balkonları da neredeyse aynı eve aitmiş gibi yakın ve karşı karşıya. Üstelik bu hal yetmiyormuş gibi, akşam olunca perdeler kapanmıyor ve herkes birbirinin evinin içini rahatlıkla görebiliyor. Daha da kötüsü bu durumdan kimse de rahatsızlık duymuyor...
Halbuki evin camına, balkonuna bakmak nasıl edep dışıysa, camı, kapıyı, balkonu başkalarının bakışına arz etmek de o derecede edep dışıdır.
Bütün bunlardan daha vahim olanını söyleyeyim mi;
Ne yazık ki kapıdan almadığımız yabancıları sosyal medya aracılığı ile evlerimizin başköşesine oturttuk. İnsanlar pencerelerini perdelerle kapatmış olsalar bile, evlerinin içinden canlı yayınlar yapıp yiyip içtiklerini, giydiklerini ve hatta yatak odalarını bile hiç tanımadıkları insanlara göstermeye başladılar. Oysa bizler, gücü olmayanlar tarafından görülmesin diye yediğimiz içtiğimizi poşetlere saran, pazar alışverişlerimizi zenbil sepetlerle eve taşıyan güzel insanlardık...
Şimdi ortalık eşi ile olan duygusal anlarını ve evinin en mahrem alanlarını internet aracılığı ile dünyaya servis eden edepsizlerle dolu...
Bir atasözüne göre "Kralların dahi tek giremediği yer" olan aile, ne yazık ki artık halka açık bir şirket haline gelmiş vaziyette...
Son söz;
Mesken mahremiyetini kaybeden milletler kadın ve aile mahremiyetini de kaybederler ki, sonuç felaket olur...
Esen Kalın...
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.