Takip Et
  • 23 Şubat 2018, Cuma

ÇOCUKLARA KIYMAYIN EFENDİLER!

Analardır adam eden adamı

Aydınlıklardır önümüzde gider.

Sizi de bir ana doğurmadı mı?

Analara kıymayın efendiler.

Bulutlar adam öldürmesin.

 

Koşuyor altı yaşında bir oğlan,

Uçurtması geçiyor ağaçlardan,

Siz de böyle koşmuştunuz bir zaman.

Çocuklara kıymayın efendiler.

Bulutlar adam öldürmesin.

 

Gelinler aynada saçını tarar,

Aynanın içinde birini arar.

Elbet böyle sizi de aradılar.

Gelinlere kıymayın efendiler.

Bulutlar adam öldürmesin.

 

İhtiyarlıkta aklına insanın,

Tatlı anıları gelmeli yalnız.

Yazıktır, ihtiyarlara kıymayın,

Efendiler, siz de ihtiyarsınız.

Bulutlar adam öldürmesin.

 

Yukarıdaki şiiri usta şair Nazım Hikmet Ran 1955 yılının Şubat ayından yazmış, aradan 63 yıl geçmiş. Şöyle bir bakın gazetelerin üçüncü sayfalarına kadınlar öldürülüyor. Çocuklar kız, erkek demeden tacize ve tecavüze uğruyor. Üç yaşındaki kız çocuklarına bile tecavüz edilip öldürülüyor. İçimiz yanıyor. Çöp kutularına, cami avlularına bırakılan yeni doğmuş bebekler… Hani bu ülkenin %99’u Müslümandı?

Müslümanlar böyle ahlaksızlık yapar mı? Çalar, çırpar, kadın ve çocuk öldürür mü?

Size bugün şair, yazar, senarist, aktör ve tıp doktoru, televizyonda yayınlanan Çukur dizisinin İdris Baba’sı Ercan Kesal’dan bu konudaki yazısından bir alıntı yapmak istiyorum:

“Galiba sekiz, dokuz yaşlarındaydım. Bir Orta Anadolu kasabasında büyüyordum. Babam gazozcuydu. Bir gün tüm kasaba çarşı meydanındaki kahvenin önünde toplandı. Her gün kapısının önüne gazoz bıraktığım kahvenin sahibi, yaşlı hoş sohbet amca yanında çırak olarak çalışan, benim yaşlarımda esmer yetim bir çocuğa, İhsan’a iki yıldır tecavüz ediyormuş.

Çocuğun bu durumunu, kasabaya yeni tayin olmuş, nüfus müdürlüğündeki memur fark etmiş ve iş onun gayretiyle açığa çıkmış.

Kahveci, kalabalığın arasından elleri kelepçeli polis otosuna doğru giderken, akrabamız rahmetli İsmail abi söktüğü kaldırım taşını bağırarak kahveciye fırlattı. Başını yana eğmese kafasını parçalayacak iri taş gitti kahvenin su oluğuna çarptı ve ezdi. Her sabah gazoz dağıtmak için dolaştığım çarşı içinde, çocuk kafamda hiç unutamadığım görüntülerden biridir, ezilmiş su oluğu…

Kahveci nedense bir süre sonra işinin başına döndü. Artık bu dünyada yerinin olamayacağını düşündüğüm kahveci yine çay yapıyor, dağıtıyor, oturanlarla şakalaşıyor ve laflıyordu.

Ona taş atan İsmail abi de hiçbir şey olmamış gibi kahvede okey oynamaya devam ediyor, arada sırada kahveciyle laflıyordu. İhsan’ı bir daha hiç görmedim. İstanbul’a akrabalarından bir terzinin yanına çırak olarak gittiğini söylediler. Bir daha o kahvenin önüne gazoz bırakmadım.

Öğleye doğru kasabanın biraz dışındaki bir üzüm bağının kenarında, bir asmanın dibinde kundağa sarılmış yeni doğmuş bir çocuk cesedi buldular. Annemle babam belki biliyorlardı kimin bıraktığını ama benimle bu konuyu hiç konuşmadılar.

Büyüdüm doktor oldum. Mecburi hizmet yılları! 23 yaşındayım. 1984 yılının puslu, soğuk bir Ankara Kasımında, Sıhhiye’de Sağlık Bakanlığı’nın kasvetli geniş salonunda heyecanla torbadan çıkacak köyün ya da kasabanın ismini bekliyordum.

Mecburi hizmet için çekilen kurada Ankara yakınlarındaki bir köyün sağlık ocağı çıkmıştı.

Bir gün ocakta çalışırken içeriye orta yaşlı sakallı bir adam ve yanındaki 7-8 yaşlarındaki başı önünde bir çocuk girdi. Adam çocuğun babasıymış, akrabalarından biri Bektaş’a tecavüz etmiş, jandarma adamı yakalamış, Bektaş için fiili livata raporu hazırlayacakmışım. Anüs muayenesi yapmam gerekiyordu. Sağ el bileğinin iç kısmındaki soluk adliye mühürü ile başı önünde sessizce bekleyen o çocuğu hasta muayene masasına çıkartıp, diz dirsek pozisyonunda muayene etmeye çalışırken, çocuğun başını kaldırıp korkuyla yüzüme bakmasıyla içim ezilmiş, ne yapacağımı, nasıl hareket edeceğimi bilememiştim. Onun başına gelenle benim muayene usulüm birbirine o kadar benziyordu ki.

Aradan 25 yıl geçti. Şimdi İstanbul’dayım. 1 Aralık tarihli gazetelerde şöyle bir haber var: “Urfa’da berdel verilen Şahe Fidan kocasıyla kavga edip, daha fazla dayanamayarak sığındığı baba evinden geri gönderilince, 1,5 yaşındaki bebeğini sırtına bağlayıp, evin banyosunda kendini astı.”

Şahe’nin yakınları “bizde evlenen kadının koca evinden ancak cesedi çıkar” demişlerdi çünkü…

Şahe kızım, sana ipin ucundan başka bir çare bırakmayan ülkemde hala neler gündemde bir bilsen. 1,5 yaşındaki kara gözlü oğlunu çıktığın yolculukta yalnız bıraktın. Artık onu hırsızların ve üç kağıtçıların saygı gördüğü, soytarıların alkışlandığı, alçakların ve hainlerin baş tacı edildiği bir ülke bekliyor. Dilerim bir gün sağ salim büyüdüğünde bir büyük kentin kara duvarlı sefil bir mahallesinde umutsuzluk ve acılar içinde kaybolmaz.

Hekimliğimin yirmi beş yılı yetmedi kendisini ipe vermekten başka çare bilmeyen kız kardeşlerimin yarasına merhem olmaya. İhsanların, Bektaşların yalnızlığına derman olmaya. Bektaş’ın kolundaki mührü silmeye, Şahe’yi bir kez olsun dinlemeye, yetmedi. Bundan sonra yeter mi bilmem?

Dilerim ülkemi yönetenler bir gün uyanırlar bu ölüm uykusundan. Dilerim bizden sonrası için bir parça ümit kalmıştır hala!”

Ercan Kesal’ın yazısı burada sona eriyor. Nazım Usta’nın 63 yıl önce yazdığı şiirden bugünümüze hiçbir şey değişmediği gibi daha da çoğalmış… Ne oldu bize de bu kadar canavarlaştık?

Hepinize iyi hafta sonları sevgili Denge okurları. 

ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.