Takip Et
  • 2 Temmuz 2020, Perşembe

YENİ NORMAL

Pandemi bildiğimiz sosyal düzeni alt üst etti. Artık gülümsememiz maskenin arkasında; sevdiğimiz birinin omzuna dokunmak, yakınlarımızı eve davet etmek, kalabalık sofralarda saatlerce oturmak yok, el sıkışamıyor sarılamıyoruz. Yüz yüze değil, internet üzerinden iletişim kuruyoruz. Asansör tutmak, yediğimiz bir şeyden ikram etmek neredeyse ayıp. Eskiden hapşırırken “İyi yaşa, çok yaşa” sesleri duyarken etrafımızdan şimdi bir bakıyoruz etrafımızda kimse kalmamış!

Sosyal mesafe ve maske kurallarına uymak yetmiyor. İçinde bulunduğumuz yeni dönem, yeni görgü kuralları talep ediyor bizden. İkili iletişimde, sofrada, sokakta, iş yaşamında, kısacası hayatın her alanında bambaşka bir nezakete ihtiyacımız var. Bazı yeni kurallar, normalleşmenin ardından kendiliğinden hayatımıza yerleşti. Yeni normalde yaşadıkça bunlara daha niceleri de eklenecek.

90 günlük karantinadan sonra dışarı çıkmaya karar verdiğimde adımlarım yeni yürümeye çalışan bir çocuk gibi ürkek ve temkinliydi. Arkadaşlarla karşılaştığımızda ellerimi nereye koyacağımı bilmedim. Halbuki biz Akdeniz akşamlarının çocukları temastan hoşlanırız. Birbirimize temas etmek bir sevgi gösterisidir bizim için… Salgından sonra ortaya çıkan düzenlemeler daha sonra ortadan kalkacak kurallar değil. Bir anlamda kalıcı olacaklar. Bu durum, bundan sonraki yeni krizlerin de habercisi. Yeni normalden değil, kaotik normalden bahsediyorum. “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyorlar. Bu ne demek? Ne geleneksel değerler savunulabilecek ne de modern değerler… Güvensiz, belirsiz yaşam koşulları bizleri bekliyor. Bu nedenle gündelik yaşam değerleri belirsizleşiyor. Gerçek bile belirsizleşti. Yeni dönem anti-toplumsal bir dönem; kuralsız, ilkesiz, otoritesiz…

Aile, dostluk ilişkilerinde de, sokakta da, çalışma hayatında da eski kuralları sürdürmek mümkün görünmüyor. Çizdiğim tablo karanlık, kötümser. Hem dünya hem insanlık açısından. Fakat maalesef sorunu saptamadan çözüm de mümkün değil. Bu durumun eleştirisi zaten yeni düzenin ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Toplum deneyimleyecek, bilincine varacak ve yeni kurallar benimsenecek. Bu uzun bir süreç. Ve tabi ki yeni kurallar kendini mutlaklaştırmak isterken yeni sorunlarda ortaya çıkacak. Salgının yarattığı yeni düzene bir karşı çıkış var. Ancak bu bir örgütlenmeye ulaşmadı. Daha çok Z kuşağı dediğimiz gençler de argoyla ya da ironi, mizahla karşı çıkmaya çalışanlar var.

Jest ve mimikler, kişiler arası iletişimim hangi noktaya gelecek? Bana kalırsa bu durumda argo bir hale dönüşecek. Toplumun daha küçük gruplarla temsil edileceğini düşünüyorum. Kural dışı siyah örgütlemeleri örnek olarak gösterebilirim. Hareketler üzerinden kendilerini ifade etmeye dayalı bir takım iletişim şekilleri var. Kendi içlerinde bir başka dil oluşturuyor bu durum. Yumruk, ayak selamları, el hareketleri…

Bir de son günlerde sıkça duyulan bir slogan var: “ Biz bize yeteriz” bu slogan bu aralar çok kullanılır oldu. Zihinlerde dışa kapalı bir toplum modelini çağrıştırıyor. Vaktiyle Türkiye böyle bir ülkeydi. Hatta Çetin Altan usta bunu “Türk’ün Türk’e propagandası” olarak nitelendirirdi. Ancak 1980’li yıllardan itibaren her alanda dışa açılmaya başladık. Bu sayede ticaret hacmimiz 350 milyar dolara çıktı. Yine bu sayede daha şeffaf, demokratik ve öngörülebilir bir yönetim çabası içine girdik. Şimdi ne oldu da tekrar içe dönük bir anlayışı yansıtan sloganlara ihtiyaç duyuluyor? Daha birkaç gün önce Sayın Cumhurbaşkanı AB yolunda tüm üyelik perspektifinden vazgeçmeyeceğimizi net şekilde ifade ediyordu. AB, hem ekonomik hem de siyasi bir entegrasyon projesidir. Yine geçen 23 Nisan kutlanırken, bu bayramın tüm dünya çocuklarına armağan edildiğini söylemiyor muyduk? Her şey bir yana, Ramazan ayı 1,5 milyar kişiyi aşkın Müslümanlarla beraber yaşanmıyor mu? Madem “Biz bize yeteriz” o halde turizm gelirlerimiz düşecek, yabancı sermaye gelmeyecek diye hiç telaşlanmayalım.

Bakınız, kapalı bir toplum modeli 83 milyonu dar bir alana sıkıştırmaktır. Hiç kimsenin böyle bir özlemi olduğunu düşünemiyoruz. İnterneti kapat, youtube, facetime ve benzerlerini yasakla bu anlayış günümüzde Kuzey Kore’ye tekabül ediyor. Bir fantastik diktatörün zulmü altında dumura uğratılmış toplumun mottosu olabilir, ancak bahse konu olan slogan. Hani bir ara icap etmiştir, söylenmiştir. Tekrarı, zihinlere kazınmak istenmesi, ısrarı yanlıştır. Türkiye Atatürk’ün ifade ettiği gibi “muasır medeniyetler seviyesini” hedeflemiş bir ülkedir. Bu hedef toplumu dışa kapayarak olmaz. Tabi ki, abartılı tüketim mallarının ithaline mesafelenelim. Tüm ülke olarak tasarruflarımızın artırılmasını kamu-özel teşvik edelim. Tabi ki, fiyat-kalite ilişkilerini sağlamaları koşuluyla, aynı standardı yakalayan üretilerimizi destekleyelim.

Bu arada uluslar arası anlaşmalardan kaynaklanan taahhütlerimize de zarar vermeyelim. Ama “Biz bize yeteriz” kurumsallaştırılırsa, işin ölçüsü kaçmış demektir. Kim bilir, kaç kuşak “yerli malı Türk’ün malı herkes bunu kullanmalı” diye avutularak yaşadık. Tabanı hemen delinen lastik ayakkabılar ve sibobu dışarıda toplarla futbol oynayarak geçirilen bir çocukluktu bizimki.

Toplumu dışa kapatınca ithal ikameci gümrük düzenlemeleri ile demode ürünlere, teneke arabalara, siyah beyaz kötü televizyonlara mahkum edildik. Kalite bize uzaktı, iyisi nedir bilmiyorduk. Amerikan filmlerinde izlediklerimizi kendimize yakıştıramıyorduk. Ama şimdi dijital çağda, tüm dünya “akıllı telefonlarla” birbirinin içine girmişken, hangi zihniyet bu imkanlara mesafelenmemizi ima ve ikna edebilir.

“Fakir ama onurlu” yutturmacasının bir değişik versiyonunu 2020’li yıllarda vizyona çıkartmanın ne gereği ne de anlamı var. Biz onların eski Yeşilçam filmlerinde kaldığını zannediyorduk.

Hepinize iyi hafta sonları Değerli Denge okurları. 

ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.