Takip Et
  • 11 Aralık 2015, Cuma

Aynalar, aynalar...

Annemden öğrendiğim ilk şey; kendimden büyüklere, öğretmenlere, yaşlılara her şartta ve her ortamda saygılı olmamdı. Her gördüğüm yaşlıyla selamlaşıp, hal hatır sormak, hayat tecrübelerini dinlemek, öğretmenlerime hayatımın çıkmaz sokaklarında çıkar yol bulmamı sağlayan pek çok şeyi öğrettikleri için ömür boyu saygı duymamdı. Oyun halkasında mızıkçılık yapmamalı, misafirlere “Hoş geldiniz” demeliydim. Kimsenin benden kötülük görmemesi, beladan uzak durmam, her zaman güler yüzlü olmam ve birileriyle sohbet ederken o kişinin gözlerine bakarak söylediklerini önemsediğimi düşündürecek bir tutum içinde olmalıydım. Bayramlarda, kandillerde, düğünlerde, ölümlerde akraba, dost ya da hısım akrabaların iyi ve kötü günlerinde hal hatır sormalıydım. Kapıdan el açanı geri çevirmemeli, iyilik yapmaktan, paylaşmaktan, yardımlaşmaktan ne olursa olsun vazgeçmemeliydim.

Dün gece yastığa başımı koyduğumda aklıma gelen nedense annemin bu nasihatleri oldu.

Bugünümü dünle kıyaslayıp teraziye vurunca da Beatles’in şarkısındaki “O eski halin yarısı bile değilim” cümlesi dilime dolandı.

Bir yaşlının en son ne zaman elini öpmüş, hayat tecrübelerini dinleyip, tartıştığım kişiyle inatlaşmaktan vazgeçip gönlünü almıştım? Hangi hastayı ziyaret etmiş, hangi dostun ansızın kapısını çalıp kucaklaşmış, ne zaman televizyonun düğmesini kapatıp, hayatın düğmesini açmıştım? Otobüste yanımda oturan hangi insanla selamlaşmış, nezaket cümleleri kurmuştum?

Bunları düşününce kendimi bir anda George Simmel'in ilk kez toplu taşıma araçlarıyla bir ülkeyi bir uçtan diğer uca dolaşma imkanına sahip olduklarında yanlarındakiyle hiç bir şey konuşmadan, seyahat eden Almanlar için yaptığı tanımlamanın içinde buldum. "İnsanlık tarihinde ilk kez iki insan yan yana bu kadar yakın oturup, bedenleriyle birbirilerine dokundukları halde birbirileriyle konuşmadan yolculuk yapıyorlar" demişti Simmel.

Şimdi bizler de gerek görsel gerekse ulaşım açısından iletişim çağının bütün olanaklarına en yakın olduğumuz zaman diliminde birbirimizle iletişim kurmanın uzağında iki durumla yüzleşiyoruz. Hem iletişim çağından söz ediyoruz hem de iletişimsizliğin düşürdüğü yalnızlıktan. Peki ne olmuştu? Neden, nasıl, niçin olmuştu? Üstelik medeniyetimizde iletişim, söze büyük bir ehemmiyet vermiş bir gelenekten besleniyordu. Sohbet halkaları, istişare meclisleri, kahvehane toplantıları, dost meclisleri geçmişten günümüze hamurumuza karışmış maya gibi toplum olarak kenetlenmemizi sağlamış; selamlaşma, davet etme, yardım etme, düşenin elinden tutma gibi erdemlerimizi diri tutmuştu.

İletişim çağı denilen yeni yüzyıl, kısa yol tuşlarıyla yaşanan hızlı bir tüketme metodu geliştirilmiştir. Ziyaretlerimizi SMS, ticaretlerimizi banka kartları, yardımlarımızı tanımadığımız insanların hesaplarına nakleden bir algı biçimi geliştirip tanışmamızı iyi-kötü günde bir arada olmamızı, dost olmamızı ortadan kaldırmıştır. Birbirimizin hikayesini bilmenin, dinlemenin, birbirini anlamanın ve sohbetlerimizin arasına telefonlar, son dakika haberleri, ekonomi, televizyon dizileri, filmler ve internet girmiştir. Kısacası muhabbetimiz hep yarım, hikayemiz hep eksik kalmaktadır. Sözlü iletişimin ortadan kalktığı sözüm ona iletişim çağında maalesef en iyi dostlarımız, karşımıza alıp izlediğimiz televizyon, cümleleri kısaltarak acele konuştuğumuz telefon, kulağımıza takıp dinlediğimiz müzik çalarlar olmuştur.

Bilmem farkında mısınız? Artık çocuklarımız bizim masallarımızla uykuya dalmıyor. Saçlarını okşayıp gözlerinin içine bakarsak ara sıra yüzlerine öpücük kondurarak, söylediğimiz ömür boyu kendilerine kılavuz olabilecek nasihatlardan mahrum büyüyorlar.

Ruhlarını okşayan, yaralarını iyileştiren bütün güzel değerlerin yerini ruhsuz, sevgisiz, şefkatsiz tek dize sesler ve makineler aldı. Körebe, saklambaç, mendil kapmaca gibi oyunları, el ele tutuşabilecekleri, göz göze hayal kurabilecekleri oyun arkadaşları da yok. Hayatı sokakta düşe kalka öğrenebilecekleri alanları da yok zaten. Yalnızca odaları var. Özel odaları… Oyunlarını bilgisayarda oynuyor, tanımadıkları binlerce insanla aynı sanal ortamda sanal savaşlar yapıyor, silah alıp silah satıyorlar. Derslerini arama motorlarından hızlıca buluyor, kitap kahramanlarını televizyondan ya da oynadıkları oyunlardan seçiyor, internette tanıştıkları sevgilileriyle randevulaşıp tanışık olmadan cinsellikle tanışıyorlar. Sonra tekrar odalarına; bir başınalıklarına, yalnızlıklarına gömülüp yeni şeyler tüketmenin girdabına düşüyorlar. İletişim çağının bizi getirip bıraktığı kör nokta tam olarak burası. Bu bağımlılık duygusu çok ürkütücü değil mi?

Ruhumuzu karartan nedir? Hani öğretmenlerimiz bize hayatın çıkmaz sokaklarında çıkar yol bulmayı öğretmişlerdi? Bizim ruhumuza dolanan bu kablodan, kablolardan, televizyon ekranlarından, bilgisayar monitörlerinden kim çıkaracak?

Gülümsemeyi, aramayı, kıymet bilmeyi, hal hatır sormayı, önemsenip önemsemeyi, yaşadığımız yere kendi ruhumuzu katmayı, hayatı mekanik bir makine olmaktan çıkarmayı kim öğretecek?

Bütün bunlara verilecek bir yanıtımız yoksa kendi kendilerini uşak yapanların kişiliklerini yitirme coşkusu, bütün halk topluluklarını yıkıp geçti. İletişim çağında birbiriyle iletişim kurmayan küresel bir sürünün içindeyiz artık…

Hepinize iyi hafta sonları sevgili Denge okurları.

ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.