Takip Et
  • 8 Eylül 2017, Cuma

On günlük tatilin ardından…

Ülkemizdeki turizmcileri biraz memnun edebilmek için ve yaralarını biraz sarabilmeleri için on gün tatil adeta yaratıldı veya uyduruldu. Bilmiyorum Türk turizmine ne derece faydası oldu. Ama şunu söylemeliyim ki asıl bayramı herhalde Yunan adaları yapmıştır.

 

Birkaç yıldır adalara büyük bir akın var. Türk turizm yetkililerinin artan bu ilgiyi incelemeleri gerektiğini düşünüyorum. Örneğin bizim tesislerimiz kalite standartlarımız çok daha yüksek ve lüks…

 

Ama buna karşın halkımız bir süredir adaları tercih ediyor. Peki, niye böyle? Aslında birkaç neden var. Bir kere daha ucuz, hele bir Euro=dört lira olmasa, talep çok daha aratacak… İkincisi dinlenmek isteyenler için de eğlenmek isteyenler için de çeşitli alternatifler sunuyor olmaları… Ancak turizm merkezlerinden bizde çok şikayet geliyor. Eğlenmek isteyenler belki memnunlar ama dinlenmek isteyenler için geceler bir eziyete dönüşüyor. Adalar da bozulmamış kıyılar, bozulmamış mekanlar , Türkiye cennet kıyılarını berbat etti elbirliğiyle… Güzelim tatil merkezlerimiz büyük kentlere dönüştü.

 

Beton katliamları tatil beldelerini de sardı sarmaladı. Yani insanların adalara gidişi boşuna değil. Tatil boyunca Yunan adalarına övgüler okuduk. Değerlerini koruduklarını “eski”ye sahip çıktıklarını, bozulmaya direndiklerini konuştuk.

Değişim iyi, değişim hayatın gerçeği ancak her değişim iyi değil elbette bizde “değer korumak” eskiliği, köhneliği korumak gibi anlaşılır oldu artık, o nedenle yüzümüzü güldüren ne varsa üzerine beton döküldüğüne şahit oluyoruz bazı binaların elden geçirilmesi gerektiği su götürmez bir gerçek… Ama dönüşüm binayı betonlaştırarak olmamalı. Binaların yeşilliği insanı sıcak, huzurlu hislere sürükleyen ruhu yok edilmemeli. İnsan çocukluğundan itibaren kimliği oluşurken, insanlara, duygulara olduğu kadar büyüdüğü, gördüğü yerlerle de bir bağ geliştiriyor. Buraları benim bir parçam der hale geliyorsunuz size ait olmayan ama hep içinde bulunduğunuz, gördüğünüz, gezdiğiniz yerleri düşünürken… Hal böyle olunca olumsuz değişimler, betonlaşmalar insanın kimliğinden, kalbinden de birer parça götürüyor.

 

Kentsel dönüşüm nedeniyle büyüdüğüm ev yok oldu. Çocukluğumun Kuşadası, Bodrum’u Marmaris’i Çeşme’si yok artık… Bunları düşündüğümde sanki bir parçam eksilmiş gibi oluyor.

 

Şehirlerimizin yaşadığı kuralsız betonlaşma, kültürümüzü koruma konusundaki yetersizliğimiz, “eski” yi korumak ve yüceltmek yerine yeni ama içi boş bir kültür oluşturma çabası, insanı kendi yaşadığı yere yabancılaştırıyor.

Bayramda İtalya’ya giden arkadaşlarım eski binaların nasıl korunduğunu anlattıklarında içinizi bir hüzün kaplıyor.

Uzun bir tatil sonrası sözü tatil beldelerine getirmeden olmaz. Değişim en güzel, en temiz, en yeşil tatil beldelerini de “yürek kavuracak” biçimde vuruyor ne yazık ki. Keşfedildiği gibi hızla, birkaç sezonda hırpalanıyor o sevimli, küçük balıkçı kasabaları bile…

 

Yıllar boyunca o bayıldığımız, kendi yağıyla kavrulan küçük balıkçı kasabalarının beton sahil yolu, çöp kokulu, bol ışıklı dükkanlarla donatılmış, acımasızca kirletilmiş, alt alta, üst üste tatil yapılan beldelere dönüştüğüne şahitlik ettik.

Seneler önce Marmaris Turunç’a gitmiştim. Karadan yolu yoktu, denizden gitmiştik. Bir köy kahvesi, bir camii ve birkaç ev… Şimdi karadan yol yapılmış ama Turunç diye bir yer kalmamış. İç içe geçen çarpık yapılar Turunç’un canına okumuş… Şimdi güzelim Selimiye aynı yolda. “Bodrumlaşma” sürecine çoktan girmiş. Tuzlu fiyatlara satılan lağım kokulu, pis odalar vasat yemeklere istenen fahiş ücretler…

 

Bir zihniyet var, ölümcül virüs gibi bulaştığı yeri hasta etmeden, canını çıkarmadan bırakmıyor. Şark kurnazlığımı dersiniz, uyanıklık mı dersiniz, insanı enayi yerine koyarak para kazanmak mı dersiniz… Bakın size bu zihniyeti bir örnek üzerinden anlatayım. Bir restorana gittiniz diyelim. “Falanca yemeği güzel midir?” diye soruyorsunuz. Servis elemanı diyor ki “Valla bizim pansiyonda kalıyor olmasanız ben o yemeği satardım ama size satmam.” Peki buradan o pansiyonda kalan müşterilerin şanslı olduğu mu çıkıyor? Aksine, o işletmenin, restoranına rastgele oturacak herhangi bir insana değer vermediğini, tek derdinin müşterinin bırakacağı para olduğunu gösteriyor. İşte bozulma da tam orada başlıyor. Eski müşterilere vermediğiniz odaları, satmadığınız yemekleri herhangi bir müşteriye gönül rahatlığıyla kakalıyorsanız, bulunduğunuz o tatil beldesinin bozulmasına en büyük katkıyı yapıyorsunuz demektir. Bakımsızlığı “salaş hisli butik otel” diye satmaya, vasat, kirli bakımsız odalara, özensiz yemeklere fahiş fiyatlar koymaya başladığınız da, o sevimli balıkçı köyünün canavarlaşmasına ortaklık ediyorsunuz demektir.

 

Değişim yavaş yavaş geldiğinde, insan nasıl bir kazanda kaynadığını ancak aradığını bulamadığında veya bulduğunda fark ediyor.

 

Bunu fark ettiğim yer Marmaris’in Söğüt köyü oldu. Söğüt, bu gün kalabalıklaşmış Selimiye ve Bozburun’un eski haline benzetebilirler. Betondan sahil yolu yok. Az sayıda pansiyon ve restorana sahip, sahil hattı boyunca birkaç adım yürüdüğünüzde dağların denizle kavuştuğu nefis bir manzaradan başka şeye rastlamayacağınız, rüzgarın sesinin dalgalara karıştığı bir yer.

 

Türkiye’nin henüz bozulmamış ender ve nadir tatil beldelerinden.

 

İnsan yazarken korkuyor o kadar söyleyeyim.

 

“Bozulmamış bir koy” deyince artık insanı endişe kaplıyor tabii. Ne zaman buraya düzgün bir yol yapılacak ve insanlar akın etmeye başlayacak ve “Bodrumlaşma” sürecine girecek, denizi bulanıklaşacak, dört bir yanını niteliksiz işletmeler kaplayacak diye endişelenirken buluyorsunuz kendinizi. Söğüt’te işlerini aşkla yapan pek çok insan da paylaşıyor bu endişeyi. Dilerim daha uzun seneler bu baş döndürücü güzel balıkçı köylerimizin huzuru bozulmaz ve aynı kalırlar.

Hepinize iyi hafta sonları sevgili Denge okurları. 

ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.