Bu haftaki yazıda çok uzun süredir üzerimize yapışmış olan toplumsal bir hastalığımızdan bahsetmek istiyorum. Hastalığın adı İdare-i Maslahatçılık. Yazıyı kaleme almamdaki kasıt bu zihniyetin çoktan yok olması beklenirken birçoğumuzda ve daha da önemlisi ülkenin yarınları olan üniversite gençlerinde dahi bu durumu gözlemlememdir. Bu hastalık gerçekten bir illet gibidir. Peki nedir İdare-i Maslahatçılık?
İdare-i Maslahatçılık bir işi olması gerektiği gibi yapmak yerine günün şartlarına göre yapmaktır, ya da günü kurtarmaktır. Kısacası geçiştirmek ya da savuşturmaktır. Eğer şöyle bir zihnimizin hatıra defterini yoklarsak idare-i maslahat ile ilgili örnekleri hem kendi hayatımızda, hem de başkalarının hayatında yaşadığımızı, gördüğümüzü anımsayabiliriz. Sıradan alışkanlıklarımızdan biri olmuş gibidir bu zihniyet. Günlük hayatın içinde olan bu zihniyeti tarif eden kelime neden Eski Türkçe bir ifade ile kullanılıyor diyebilirsiniz. Hemen söyleyeyim. Sebebi bu zihniyetin çok eski bir geçmişi olmasındandır.
İdare-i Maslahatçılığı hayatın her alanında görmek mümkündür. Örneğin çoğumuz alışverişlerimizi bir bütçe dâhilinde yapmayız. Harcamalarımızı yapar sonra düşünürüz. “Bir sürü para vardı, nereye gitti” ya da “Paramı nereye harcadım ki”. Öğrenciler üzerinden de güzel bir örnek verilebilir. Öğrenciler ders çalışmalarını her gün sistemli, düzenli çalışmak yerine son güne bırakırlar. Bir şekilde sınav bitti mi defter kitap ne varsa ulaşılabilecek en uzak yere konur hatta atılır. Çünkü iş bitmiştir, gün kurtarılmıştır artık. Sıklıkla gördüğümüz hayattan bir örnek de gösterebiliriz. Örneğin birisiyle çok önemli bir işimiz vardır. İşimizi görene kadar ağam, paşam, beyim deriz. İşimiz bitince yanımızdan geçip gitse selam dahi vermekten imtina ederiz. Çünkü o kişiyle işimiz kalmamıştır, mesele bitmiştir.
İdare-i Maslahatçılık ile ilgili Osmanlı döneminden kalma bir hikâye vardır. Doğru mudur yanlış mıdır pek bilinmez ama hikâye bu hastalıklı zihniyeti çok güzel anlatır. Hikâye Hilmi Yücebaş'ın, 'Şair Eşref, Bütün Şiirleri ve 80 Yıllık Hayatı' adlı kitabında da yer almaktadır. Ben kısaca özetleyeyim.
Şair Eşref'in yaşadığı dönemde (1847-1912) Ege dağları eşkıyanın yatağı olmuş. Eşkıya, Eşref'in kaymakamlık yaptığı ilçeyi, 'Tuz yok, şeker yok, ekmek yok' bahaneleriyle sık sık basarmış. Bir değil, iki değil... Sabrının sonuna gelmiş Kaymakam Eşref. Her defasında durumu İstanbul'a ilettiğinde, 'Buradan yapılacak bir şey yoktur. Oradaki jandarmalarla İdare-i maslahat (Şartlara göre idare etme) ediniz.' şeklinde talimat gelirmiş. Sonunda eşkıya azıtıp kaymakamlık binasını da işgal etmiş. Kaymakam Eşref durumu acele olarak İstanbul'a bildirmiş. Cevap yine 'İdare-i maslahat edilmesi...' şeklinde gelince, Eşref İstanbul'a şu telgrafı çekmiş; “İdare gitti, maslahat elimizde kaldı."
Hikâyenin zamanı, kahramanları eski ama zihniyet çok tanıdık. Sürekli bir şeyleri geçiştirme, günü kurtarma hali içindeyiz. Ancak bu halimiz hem kendimize, hem toplumumuza, hem de çok sevdiğini iddia ettiğimiz ama hiç de kıymet vermediğimiz ülkemize zarar vermektedir. Bu marazın engellenebileceği tek çözüm yolu ise eğitimden geçmektedir. Ancak eğitimin mevcut dağınık ve düzensiz hali böyle büyük hedeflerin gerçekleşmesi için çok da umut verici değildir. Sürekli değişen sistemler, programlar, bakanlar vs. vs. … Böyle bir dağınıklık içinde yetişen gençleri de suçlamamak lazımdır. Onlar gayet doğal bir şekilde kolay olana, mevcut olana ayak uydurmaktadırlar. O yüzden de idare-i maslahatçılık zihniyeti bizi esir aldığı kadar bizden sonrakileri de esir alacağa benzemektedir. Balık baştan kokar misali, üzerinde sorumluluk taşıyanların elini taşın altına koyması gerekir. İlk önce de gençlerimizin yetişmesinden sorumlu olan Milli Eğitim Bakanlığı’nın…
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.