Hepimizin dikkatini çekiyordur sanırım. Televizyonlarda haber bültenlerinde sık sık duyarız. Filancı ülkede bilmem ne isimli örgüt intihar saldırısı düzenledi, şurada şöyle bombalar patladı gibisinden haberler. Böyle haberler kimimizde hiçbir tesir yapmaz bakar geçeriz kimilerimiz de üzülür neden böyle şeyler olur neden insanlar ölür diye. En başından ifade etmek isterim bir ilahiyat uzmanı değilim ama şimdiye kadar aldığım eğitimde ya da din ile ilgili okuduğum hiçbir kitapta böyle şeylere alkış tutan bir anlayışa tesadüf etmedim. Aksine sürekli hoşgörü ve anlayışa kapı açan bir üslupla karşılaştığımı gördüm. Zaten herhangi bir dinin ve insani erdemlerin hiçbirinin böyle şeylere onay vermediğine inanıyorum. Peki nasıl oldu da silahlı insan figürü ile din nasıl böyle yan yana getirilir oldu.
Silah yoluyla siyasi menfaat elde etmenin ilk örneklerini Ortadoğu’da Haşhaşiler ve onların önderi olan Hasan Sabbah’ın Alamut Kalesi’ni almasıyla görürüz (1090). Hasan Sabbah amaçlarına ulaşabilmek için Selçuklu Devleti’nin tanınmış veziri Nizamülmülk’ü ve Sultan Melikşah’ı öldürerek tüm bölgede dikkat çekmiştir. Suikastlar öncesi Haşhaş bitkisi ile müritleri üzerinde tesir bırakması yüzünden de topluluğa Haşhaşiler ismi verilmiştir. Bu topluluk birçok bölge liderinin üzerlerine gitmesine rağmen bölgeye Orta Asya’dan gelen Moğollar tarafından 1256’da kalelerinin alınmasıyla ancak etkisiz hale getirilebilmiştir.
En dikkat çeken örneğin ortadan kalkması ile uzun bir süre bu kadar yaygın bir üne kavuşan örgütlenmeler pek olmamıştır. Bunu birçok nedene bağlayabiliriz ancak en temel olanlardan biri de bölge ülkelerinin ve halklarının hem ekonomik hem de siyasi olarak kendilerini iyi bir seviyede görmeleri olsa gerektir. Ayrıca bölge ülkelerinin siyasi güçleri de hem ülke içinde hem de Batı’ya karşı uzunca bir süre yeterince güçlü gözükmektedir. Ancak bölgedeki güçlü devletler bayrağını en son taşıyan Osmanlı Devleti’nin güç kaybetmesi ile birlikte insanlarda umutsuzluk artmaya başlamıştır. Umutsuzluk ve çaresizlik hissi daha küçük düşünmeye ve bencilliğe doğru bir sürüklenme yaratırken belli direnç noktaları oluşmuştur. Bu direnç noktalarında suçlu görülene karşı legal olmayan yollarla bir öç alma hissi oluşmaya başlamış ve bunlar küçük gruplar halinde örgütlenmeye başlamışlardır. Özellikle Batı’nın tüm dünya üzerinde egemen olması ve hayatın her alanında vurgulu bir şekilde kendini belli ediyor olması bu öfke ve nefreti arttırmıştır.
Öfke ve nefret birikmesi XIX. yüzyılın sonlarına doğru giderek artmıştır. Ancak bu dönemde silahlı örgütler yeterli faaliyet yürütebilecekleri imkânlara pek kavuşabilmiş değillerdir. Her şeyden önce silahların bu kadar gelişmişliği ve yaygınlığı yoktur. Ancak bir başka güç tarafından desteklenebilirlerse bu örgütler kendilerini belli etmeye başlamışlardır. Örneğin Balkanlarda Rusya desteği olmasa Bulgar çetelerinin ortaya çıkmaları oldukça zor görünmektedir. Silahlı Ermeni örgütleri için de tam olarak olmasa da benzer şeyleri söyleyebiliriz. Fakat yazının başında sözünü ettiğim haber bültenlerinde yer alan örgütlerin büyük bir kısmı ise Ortadoğu’ya yerleşmiştir. Bunlar XIX. yüzyılda gördüğümüz örneklerden biraz daha farklı bir görüntü arz ederler.
Ortadoğu’daki bu silahlı örgütlerin güç kazanmasında ve bugün Batı’yı da tehdit eder hale gelmelerinde Batılı güçlerin kendi aralarındaki rekabet doğrudan belirleyici olmuştur. XX. yüzyılın başına kadar bölgeye yapılan müdahalelerde ve askeri operasyonlarda İngiliz, Fransız gibi Batılı askeri birlikler doğrudan kullanılmıştır. Ancak 1916 tarihli Sykes-Picot Antlaşması ve Ortadoğu’nun yeni paylaşımından sonra bölgede Batılı askeri güçlerin kullanılmasının yerini bölge güçlerinin kullanılması almıştır. Bu yapılırken de işin doğruluğu yanlışlığı pek sorgulanmamıştır. Bölge İngiliz ve Fransızlar arasında paylaştırıldığı için bir süre sonra milli karakterde silahlı direniş kendini göstermeye başlamıştır. II. Dünya Savaşı’na kadar devam eden bu süreçte hem milli karakterdeki direnişler hem de bölgeye girmek isteyen diğer büyük güçlerin teşviki ile giderek silaha erişebilmenin çok kolay olduğu bir dönem başlamıştır. Üstelik bölge ülkelerinin birçoğunda çıkan petrol zenginliği nedeniyle menfaatlerin insani erdemlerin önüne geçmesi sonucunda bölge patlamaya hazır bir hale gelmiştir. Soğuk Savaş döneminin getirdiği atmosfer de silahlanma yarışına katkı sunan bir diğer durum olmuştur. Toplumların kendi refleksleri ile büyük güçlerin menfaatleri aynı olmayınca düzeni sağlayacak liderlere ihtiyaç duyulmuştur. Batı destekli bu liderler XIX. yüzyıl bölge liderleri gibi Batı’yı örnek alan ve ülkelerini geliştirme hevesinde olan liderlerden çok, ülkelerinde bir şekilde düzen sağlayıcı ve biraz daha fazlası olarak bölge lideri olma heveslerine kapılmışlardır.
Batılı güçlerin kendi askerleri yerine bölge güçlerini silahlandırarak menfaatlerini koruma gayretleri silahların daha fazla yaygınlaşmasını getirmiştir. Hatta bazen hiç de ahlaki olmayan işlerin yapılmasına göz yumulur hale gelmiştir. Süreç ilerlerken bu sefer silahlı örgütler etkinliklerini arttırmış ve dini gerekçelerle kendilerine faaliyet sahaları yaratmaya başlamışlardır. Zamanla kandırıldıklarını düşünmeleri ise Batı’ya karşı XIX. yüzyıldan beslenen öfke ve nefret hislerinin daha da yoğunlaşmasına sebep olmuştur. Örneğin Afganistan’da Sovyetler Birliği’ne karşı savaşan güçler doğrudan Amerika tarafından desteklenmiştir. Hatta Amerika’nın göz yumması ile Suudi Arabistan’da Afganistan’a gitmek ve Sovyetlere karşı savaşmak üzere teşvik edici kampanyalar yapılmıştır. Sonuçta Afganistan’ın Sovyetlerin elinden çıkmasından sonra bu örgütler kendi ülkelerinde de beğenmedikleri ve Batı’nın uşakları olarak gördükleri liderlerine karşı mücadele yürütmeye ve bu sefer doğrudan Batı’yı hedef almaya başlamışlardır. Mısır’da, Irak’ta, Suriye’de, Suudi Arabistan’da benzer faaliyetlere girişmek istenmişler ancak sonuç elde edememişlerdir.
Ortadoğu’da İsrail devletinin kurulması ve Araplar arasında İsrail’in ayrıcalıklı olduğu algısı öfke ve nefreti arttıran diğer faktör olmuştur. 1948’de İsrail’in kurulma aşamasında birçok Arap Devleti’nin İsrail’i yenememesi, 1956 Süveyş Krizi, 1967 Altı Gün Savaşı, 1973 Yom Kippur Savaşı gibi savaşlar Arap dünyasında hem nefrete hem de daha çok silah kullanımına neden olmuştur. Özellikle 1967’de İsrail’in 6 gün içinde tüm Sina’yı ele geçirmesi ve Mısır hava kuvvetlerini etkisiz hale getirmesi kızgınlığı fazlasıyla arttırmıştır. Bir de buna İsrail’in söz dinlemez ve dizginlenemez tavırları eklenince silahlı gruplar için halk içinde bir sempatinin uyanmasına neden olmuştur. Devletlerin bıraktığı boşluğu örgütler doldurur hale gelmiştir. Bugün İsrail’in çevresinde en fazla konuşulan aktörler devletler değil; Lübnan’daki Hizbullah, Filistin’deki El Fetih ve Gazze’deki Hamas’tır.
Aslında uluslararası politikaların çarpıklığı ve insani erdemlerin çıkarların gerisinde kalması, silahlı gruplara yaşama fırsatı veren en önemli unsurlardır. Fırsatların ortaya çıkması bir yandan da fikri alt yapıyı kolayca hazırlamaktadır. Siyasi veya ticari hesaplara bir de dini kılıflar uydurulduğunda sonuçta ortaya çok elim ve üzücü hadiseler çıkmaktadır. Tüm insanlığın insan hayatının değeri ve anlamı konusunda vardığı hemfikir, siyasi bir karşılığa da sahip olursa bu türden silahlı faaliyetler için hem gerekçeler kalmaz hem de bu tür faaliyetler bir anlam taşımaz ve hiç kimse tarafından da desteklenemez.
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.