Yenileşme tarihimizin her dönemine damgasını vurmuş bir soru vardır. Ne olacak bu devletin hali? Bu soru Osmanlı Devleti’nin gerilemesi boyunca her zaman karşımıza çıkar. Eğer Karlofça Antlaşması bir dönüm noktası olarak esas alınırsa günümüze kadar 315 yıl, yani kabaca 300 yıl boyunca hep bu soruya cevap aranmıştır. Ancak soruya cevap aranırken dikkatlerin pek üzerinde olmadığı bir nokta vardır ki o da, tüm gerilemenin devlete endekslenmesidir. Tarih de bu kapsamda anlatılırken savaşların kaybedilmesi, zor koşullarına razı olunan anlaşmalar, toprakların küçülmesi, İstanbul’daki rahatsızlık, iç kavgalar, devlet adamları ya da padişahların değişmesi üzerinedir. Sonra yeniden savaş, yeniden aynı döngü. Eğitim yıllarınızdan hatırlayın. Sürekli savaş, anlaşma maddeleri, sizi boğan kronoloji, değişen lider ve devlet adamları sizi ne kadar yormuştur. Sizi yoran bu anlatım da öğrenmenizi ne kadar güçleştirmiştir. Ne olacak bu devletin hali sorusuna cevap ararken merkezde hep devlet kavramı vardır. Devlet merkezli bakarsanız bu anlatım normaldir. Ancak biraz daha üzerinde düşünürsek acaba gerileyen sadece devlet midir? Acaba insan kalitemizde de bir gerileme yaşanmış mıdır?
Bir zamanlar padişahlara kararlarıyla ve bilgisine güvenerek karşı gelen ilim adamları vardı. Kanuni devrinde yaşayan Ebussuud Efendi gibi bir âlim, “Padişah emriyle nameşru olan nesne meşru olmaz” diyebilmiştir. Onları yetiştiren eğitim düzeni gitti yerine beşik uleması diye anılan, âlimliğin babadan oğula geçtiği bir vahim bir düzen geldi. Dünyaya projeleri ile damga vuran (Süveyş Kanalı, Don-Volga gibi) Sokullular gitti yerlerine bunalıma girdiğinde intihar etmek için İngiliz ipini tercih eden ve müthiş bir aşağılık duygusu içinde olan devlet adamları geldi. İlim için diyar diyan gezen insanlar gitti yerlerine uluslararası ilişkilerde ülkesini skandallara sürükleyen (Abdülaziz’in Avrupa seyahatinde ona eşlik eden gruptaki hizmetlileri) yeni bir insan tipi geldi. Bu örnekleri arttırmak mümkündür. Ancak dile getirdiğim ya da sizin de aklınıza gelen başka örneklerde olduğu gibi sadece devlet gerilememiştir. İnsanımız da gerilemiştir. İnsanımızı yetiştiren eğitim düzeni de gerilemiştir. Buraya biraz daha odaklanırsak Osmanlı Devleti’ni yıkılışa götürenin sadece savaşların kaybedilmesinin değil; o savaşlara karar veren insanların gerilemesinin de bu yıkılışta büyük payının olduğunu görürüz.
Gerileme tarihimiz ile yenileşme tarihimiz birçok noktada aynı siyasi olaylar etrafında şekillenir. Ancak meseleyi anlamak için her ikisinin merkezine insanı koymak gerekir. O dönemdeki başarı ve başarısızlıkları anlamak için insan üzerine odaklanılmalıdır. İnsanı eğitimi, donanımı ve değerleri ile ne kadar zenginleştirebilirsek, geçmişte yapılan hataları tekrar etmekten o kadar kurtuluruz. Osmanlıdan günümüze çok şey değişmiştir. Ancak bu coğrafyanın insanları aynı kalmıştır. Burada yaşayan insanlar gidip başka yerlerden insan ithal edilmemiştir. İnsanımız aynı insandır. O yüzden ele aldığımız meseleyi bugüne de uyarlamak pekala mümkündür. Değişen bir şey yoktur. Devlet olarak büyük hayalleri gerçekleştirmenin yolu, insanı eğitimi ve kültürü ile zenginleştirmekten geçer. İnsanı her yönü ile ne kadar donatırsanız ya da donatması için imkân yaratırsanız büyük, güçlü ve yeni bir Türkiye hayaline de o kadar yaklaşmış olursunuz. O yüzden büyük binalar, gösterişli yapılardan önce onları yapacak ve içinde yaşayacak insanları ele almak gerekir. Bu durum aile içindeki eğitimden, okullarda aldığımız eğitime; kahvede yaptığımız muhabbetten uluslararası toplantılara kadar her alanda öncelikli olmalıdır. Eğer bunu yapabilirsek hem demokrasiyi bir yaşam biçimi haline getirmiş insanlar yetiştiririz hem de yaşadığımız ülkenin daha güzel ve huzurlu olmasına hizmet ederiz.
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.