Yakın coğrafyamızda birçok gelişme oluyor ve olan bitene ise pek bir anlam veremiyoruz. Anlam veremememiz her ne kadar ilgi ve bilgi eksikliği ile ilgili olsa da bunun arkasında kendimize göre bir düşünme sistematiği geliştiremememizin de önemli bir rolü var. En başta tanımlarımız sorunlu. Örneğin güney sınırımızın arkasını ve Kuzey Afrika - Arap - İran coğrafyasındaki bölgeyi “Ortadoğu” diye tarif edişimiz. Bu ifade ile meseleyi açıklamaya kalkarsanız Avrupalı bir bakış açısı ve düşüncesinin isteseniz de istemeseniz de eksenine girmiş olursunuz. Bir düşünün dünyadaki söz konusu yerleri Uzak-Orta ve Yakın Doğu diye tarif eden biri nerededir? Avrupa’dadır. Hatta Avrupa’nın batısında Londra, Paris gibi şehirlerde yaşayan biridir. Ancak Türkiye’den biri aynı coğrafyaları aynı terimleri ile ifade etmeye kalktığında Suriye-Irak gibi yerler Ortadoğu kabul edilirse Yakın Doğu Türkiye’nin neresindedir? Örnekleri arttırmak mümkündür. Yine Bulgaristan, Romanya ve Ukrayna gibi ülkeleri Doğu Avrupa diye tarif ediyoruz. Hâlbuki bu ülkeler coğrafi olarak Türkiye’nin doğusunda değil batısındadır. Doğu Avrupa tabiri yine Avrupa’nın batısında yaşayanlar için uygun bir örnektir. Örnekleri uzatmanın manası yok. Bundan sonrasını akademik bir çalışma ile izah etmek daha yerinde olur kanaatindeyim. Ancak görünen o ki etrafımızı bile kendimize göre tarif etmiyoruz. Hadiselerin merkezinde değiliz. Başkalarına göre tarif ettiğimiz gibi meseleleri de başkaları gibi düşünüyoruz. Böyle olduğu müddetçe de hadiselerin özü değil şekli bizi cezbediyor. Diyebilirsiniz ki Ortadoğu değil de ne diyelim. Bazı tarihçiler ve coğrafyacılar “Bereketli Hilal” gibi tanımlamalar getiriyor. Kimileri de bilinen genel bir kullanım olarak “Doğu Akdeniz”i tercih ediyor veya “Arap Coğrafyası” şeklinde tanımlıyor. Ne var ki bunlar tam olarak söz konusu sahayı kapsamıyor. Kesin net bir sınır çizmek genel uğraşı halinde ancak söz konusu sahanın geçmişine bakıldığında kesin sınırlar yerine daha muğlak bir tanımlama dini, tarihi, siyasi ve sosyal hadiseleri coğrafyaya dayalı temellendirmede daha uygun kaçar. Ortadoğu ifadesi bu muğlaklığı içinde barındırır ancak bize uygun bir tanımlama değildir. Herkesin kendine göre bir tarifi olabilir. Bunların genel bir kabul haline gelmesi zaman da alabilir. Ancak benim önerim Ortadoğu yerine SICAK TOPRAKLAR olacaktır. O yüzden de makalenin başlığını “Sıcak Topraklar” olarak seçtim. Bu ifade hem coğrafi hem tarihi hem de siyasi açıdan bana en uygun gelenidir. Hem kendi halinde bir vatandaş hem de devlet nazarıyla bakıldığında bu tanımlama insanlarda çağrışım yapabilecek niteliktedir. Üstelik sürekli değişimlerin ve yeni gelişmelerin yaşandığı ve dünya kavgasının önemli merkezlerinden bir olduğu/olmaya devam edeceği göz önünde tutulursa önerimin kapsayıcı olduğu kanaatindeyim.
Son zamanlarda ortaya çıkan gelişmeler Türkiye’nin güneyinde olan bitenlere daha fazla duyarlı olmamıza yol açtı. Çoğu kimsenin duymadığı duyanların ise hakkında fazla bilgi sahibi olmadığı IŞİD adlı bir örgüt bir anda tüm dünyanın ve Musul’daki konsolosluk baskını ve Türk vatandaşlarının kaçırılmasıyla özellikle de Türkiye’nin dikkatini çekti. Kaçırma hadisesiyle muhtemelen dikkat çekmek hedeflenmişti ve bunu hedefleyenler amacına ulaşmışa benziyor. Sadece Işid meselesi değil; bu hadiseden önce de bizi doğrudan ya da dolaylı olarak ilgilendirecek birçok gelişme oldu. Örneğin Türkiye’nin kesinlikle kabul etmediği ve kabul etmeyeceğini baştan itibaren deklare ettiği Abdülfettah El Sisi, 3 Temmuz 2013’te Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin iktidardan indirilmesine neden oldu ve 29 Mayıs 2014’te halkın %40’nın katıldığı seçimlerde oyların %97’sini alarak Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturdu. Türkiye bu süreç içerisinde El Sisi’ye karşı olan durumunu muhafaza etti. Şu an itibariyle de El Sisi her ne kadar koltuğunda emin bir şekilde oturamasa da yakın bir tarihte Mısır’da bu sürecin seyrinin dışında yeni bir gelişme olması beklenmiyor. Bu sürecin ilerisi de görünen o ki şimdiki koşullarda, 1952’de Mısır’da Hür Subaylar ve ardından gelen Muhammed Necip ve onu takip eden Cemal Abdül Nasır’ın Mısır’ına doğru benzer bir şekilde gelişeceğe benziyor. Ayrıca Müslüman Kardeşlerin yeni süreçte nasıl bir pozisyon alacağı da merak konusu. Eğer süreç bu şekilde gelişirse, bu durum üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir noktadadır.
Suriye’ye bakıldığında ise, Türk Dış Politikası, söylemlerini eyleme dökebilecek uluslararası bir destekten mahrum görünüyor. Üstelik uluslararası alanda, kasıtlı veya kendiliğinden olsun, Türkiye’nin Suriye’deki uluslararası sistem tarafından gayr-i meşru görülen örgütlerle yakın temas halinde olunduğu kanaati ciddi muhatap kazanmış durumda. Üstesinden gelinmez ise bu kanaat eldeki kazanımların da zayi olmasına neden olabilir. Arap Baharı’nın ilk zamanlarındaki Beşşar Esed’e karşı uluslararası duruş bugün eski konumunu kaybetmiş durumda. Ayrıca Beşşar Esed’in tahmin edildiği gibi kısa sürede iktidarını kaybedeceği fikri ise artık geçersizdir ve anlamını yitirmiştir. Hele ki 3 Haziran 2014 seçimlerinde her ne kadar sağlıklı sonuçları olduğu kabul edilemez olsa da Beşşar Esed oyların %88’ini almıştır ve Cumhurbaşkanlığı koltuğundaki yerine meşruiyet kazandırdığı kanaatindedir. Seçimleri izleyen uluslararası gözlemcilerin olumlu raporları da Esed için önemli bir dayanaktır. Aynı zamanda Türkiye’nin Suriye ile yaşadığı gerilimlerde ve bölgede karşı karşıya kalınan risklerde geri adım atan ve ürkek politikalar izlediği kanaati uyandıran görüntüsü böyle devam ederse, kendisine bölgede yaşanan gelişmelerde ve sonrasındaki yeni düzende pek söz söyleme imkânı bırakacağa benzemiyor. Örneğin Mavi Marmara Hadisesi, 22 Haziran 2012’de bir Türk savaş uçağının Suriye tarafından gelen bir ateşle düşürülmesi, Reyhanlı’daki patlamalar, Suriye-Türkiye sınırında yaşanan tacizler ve şimdi de Musul’daki konsolosluk binasının ele geçirilmesi bunlara örnek gösterilebilir. Bu hadiselerin hepsinde de bölgedeki güçler Türkiye’nin sertleştiğini ama sert davranmadığını gördüler. Gerçi bu durumları anlatırken Türkiye’deki seçim süreçlerini (Yerel Seçim- 30 Mart 2014, Cumhurbaşkanlığı Seçimi- Ağustos 2014 ve Genel Seçim-2015) ve 17 Aralık hadiselerini de göz önünde tutmak gerekir. Ancak her ne olursa olsun Suriye’de işler iyi bir yolda değildir ve Suriye’deki kargaşa, bugün konuştuğumuz Işid’e zemin hazırlamıştır.
Bir başka hadise ise Filistin’deki gelişmelerdir. Filistin’deki süreç El Fetih ve Hamas’ın birleşmesi (Mayıs 2014) ile yeni bir şekil aldı. Ancak tam olarak oturmuş durumda değil. Kırılganlığı çok yüksek hele ki İsrail ile daha önce yaşandığı gibi sert karşı karşıya gelişler ile karşılaştığında ancak testten geçmiş olacak. Buna rağmen Sıcak Topraklar’da bitmeyen kavganın kutup başlarından biri olduğu için ve dairesel olarak çevresindeki ilgili ve ilgisiz her meseleye sirayet ettiği için bu meselenin alacağı yeni şekil son derece önemli. Papa Franciscus’un geçenlerde yapmış olduğu ziyaret (25 Mayıs 2014) de bölgedeki gelişmeler açısından kritik. Papa ziyaretini alışılmışın dışında bu kez Filistin’le başladı ki bu kendi başına birçok mesajı kapsayan bir hadisedir. Ancak kimi noktalarıyla içi boş bir hamle olarak görülebilirse de ileriye dönük etkileri kendisini henüz göstermiş değildir.
Bizden uzaklarda olsa da şimdilerde adını sıkça duyduğumuz bir diğer örgüt ise Boko Haram’dır. Bu örgüt Afrika’da yürüttüğü mücadele ile adından söz ettirse de yakın bir zamanda 200’den fazla kız çocuğunun kaçırılması ile son derece tehlikeli bir örgüt olarak akıllarda kaldı. Nijerya’da faaliyet gösteren bu örgüt, bölgenin tek sorunu değil. Afrika’nın doğusunda da Eş Şebab örgütü uzunca süredir eylemleriyle gündemde. Sadece Nijerya’daki ya da Somali’deki çatışmalara bakarsanız buna bir anlam vermek güç gibi gözükebilir. Elinize bir Afrika haritası alın ve batıdan doğuya şu ülkelere tek tek bakın. Mali-Nijerya-Orta Afrika Cumhuriyeti-Kongo-Sudan-Uganda-Kenya ve Somali. Batı Afrika’dan Doğu Afrika’ya bu hatta farklı isimlerde örgütler var hepsi de zaman zaman ortaya çıkan çatışmalarla ve saldırılarıyla dünya gündemine geliyor. Bu hat üzerinde bölünmelerin olduğu ve Müslümanlar ile Hristiyanların karşılıklı olarak birbirlerini hedef aldıkları görülüyor. Bu çatışmaları anlamak için büyük resme bakmak gerekir. Büyük resimde gelir eşitsizliklerinin olduğu, insanların kamplaştırıldığı ve bazılarının kendilerini yalnız hissettiği, bölgesel kaynakların eşit dağılmadığı açıkça görülmektedir. Çatışma yaşanan ülkeler aynı zamanda zengin kaynaklara sahip olmalarına rağmen insanlarının büyük kısmının yoksulluk içinde yaşadığı ülkelerdir. Ortaya çıkan dengesizlikler kendisine meşru bir zemin bulduğunda da hemen gün yüzüne çıkmaktadır. Kimi zaman din kavgası, kimi zaman mezhep kavgası kimi zaman da kabile kavgası olarak ayrışmalar kolayca belirginleşmektedir. Karşınızdaki kitleleri radikalleşmeye iten faktörleri ortadan kaldırmadıkça silahların yarattığı tahribatı silahlarla çözmek mümkün olamayacaktır. Hiçbir zaman silahların verdiği zararı silahlar düzeltemez. Silahlar ya anlık çözümler getirir ya da işleri daha da karmaşıklaştırır. O yüzden Suriye ve Irak’ta yaşanan gelişmeler de geniş bir coğrafya üzerinde bu perspektiften bakılırsa daha anlaşılır olacaktır.
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.