Gerçekten çok üzülüyorum. Her seferinde ülkenin geleceğine dair binbir zahmetle umutlarını diriltip, ama yine her seferinde ansızın bir olayla hevesini ve daha kötüsü inancını yitiren milyonlarca gençten biri olarak, kimi zaman sinirlenip en nihayetinde üzülürken buluyorum kendimi. Üzülmek, saf ve net.
*
Alıp valizimi haritadan seçtiğim refah seviyesi yüksek bir ülkeye koşup gitmemek için ayak diretiyorum her seferinde. Gittiğimde çok da kolaylıkla ve rahat biçimde hayat sürdüreceğime dair endişe duymadığım halde kalmak, buraya ve buradakilere karşı bağlılığımın sonucu olan bu sorumlulukla sanki tonlarca yükün altında bırakıyor beni. Beni ve benim gibi düşünen binlercesini.
*
“O zaman burayı koşup gelinen bir ülke yapmalı” deyip bir şeyler için çabalıyoruz. Ancak ne var ki yıllarca binbir türlü ilişkiler silsilesiyle her kar tanesinin birbirine hassasiyetle bağlandığı koskoca çığı cımbızla yok etmeye çalışan beyhude bir çaba gibi geliveriyor gözümüze birden. Kimisi eritemediği çığın içinde kar tanelerinden biri olarak yerini alıp öpüveriyor elleri, kimisi kalıveriyor altında, kimisi güneş olma yolunda…
*
Bazen ne oluyor bize, içinde bulunduğumuz bu durumdan güzellemeler yaratarak zorla kendimizi güzel bir geleceğe ikna etmeye çalışıyoruz sanıyorum. Bu yüzden bazen gerçekten de inanmadığım bir şeyin, benim henüz ulaşamadığım üst bir kavrayış seviyesi için geçerli olabileceği ihtimalini sorgularken bulurum kendimi. Tam da bu sorgulamalardan biri sebep oldu aslında bu yazıyı yazmama.
*
Ne yazık ki son dönemlerde İlahiyat Fakültelerinin değerli profesörlerini yedek oyuncu gibi kullanma saygısızlığı peydah oldu. Uzmanlık alanları olmayan konuları geçtim, en ufak bilgileri olmadıkları alanlarda dahi devlet kurumlarında üst makamlara yerleştirilerek pek tabi başarısız olmaları sağlanıyor. Bu uygulamaların gittikçe arttırılması ile zaten liyakata olan güveni çokça zedelenmiş toplum için İlahiyat Fakülteleri ve profesörleri hedef haline getirilip, değersizleştiriliyor. Daha dün de Hitit Üniversitesi Güzel Sanatlar, Tasarım ve Mimarlık Fakültesine dekan olarak, İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi görevlendirildi. Şaka gibi. Kendi alanında başarılı bir insanı eğitimi ve bilgisi olmayan alanlarda yetkilendirmek her iki alanı da bilinçli olarak köreltmekten başka bir şey değil. Burada iki mevzu var; İlahiyat Fakültesi dekanlığına layık görülmemiş İlahiyat profesörü ve Güzel Sanatlar, Tasarım ve Mimarlık Fakültesi dekanlığına layık görülmemiş fakülte profesörleri… Her ikisi için de son derece saygısızca. Mimarlık Fakültesine bir Tıp profesörünün atanması da aynı saygısızlığı gösterirdi ancak malumunuz ülkemiz yöneticileri her kurumda “İlla İlahiyat” tutumu sergiledikleri için bugün gündemimiz bu.
*
Biliyorsunuz bu hafta 3 martta Tevhidi Tedrisat Kanunu’nun kabulünün yıl dönümüydü. 1924’te TBMM’de kabul edilen kanunun 4. Maddesinde yer alan ‘İlahiyat Fakültesi’nin tesisi [...]” ifadesi ile İlahiyat Fakülteleri günümüzde varlığını sağlamıştır. Temel amaçları da ‘tüm dinleri bilimsel yöntemlerle incelemek ve dini asıl kaynaklarından yola çıkarak ortaya koyan, din olgusunu bilimsel araştırmaya dayalı olarak yorumlayan üstün nitelikli, aydın ilim ve din adamı yetiştirmek’ olarak tanımlanmaktadır. Ancak ne yazık ki son dönemlerde yapılan liyakatsiz atamalar ve fakülteye ilişkin akademisyenlerin değil de siyasilerin söylem geliştirmesi, toplum gözünde bu fakültelere bakışı tamamen değiştirdi. Fakülte akademisyenlerinin de bu bakışa karşın gönderilen koltuklara lütufmuş gibi oturmaları değil, kendilerinin ve fakültenin değerlerini toplum gözünde yeniden inşa etmeleri beklenir.
*
İlahiyat Fakültesi akademisyenlerinin TUBİTAK’ta görevlendirilmesine de ilk anda karşı düşünceler geliştirmiş ancak bu algının özenle yaratıldığını farkedince yaptığım araştırmalarla bir üst kavrayış seviyesinden bakarak geçerli olabileceğini düşünmüştüm. Karşı olan kimilerini de, fakültelerin kuruluş amacı ile tarafsız ve bilimsel çalışma yaptığını, kimi projelerinin hem TUBİTAK’tan hem de yurtdışından destekler aldığını ortaya koyarak sakinleştirebilmiş, ülkeye dair umutlarını bir nebze diriltebilmiştim. Ancak hem geçtiğimiz yıl hukuk fakültesine hem de bu yıl mimarlık fakültesine yapılan ilahiyat profesörü görevlendirmelerinin hiçbir mantıklı ve geçerli sebebinin olmaması, TUBİTAK atamalarının da aynı bilinçsizlikle yapılmış olabileceği ortaya koyuyor. Çok yazık…
*
Mimarlık ve kent disiplinlerinde ülkemizi nasıl tercih edilebilen bir ülke haline getirebiliriz çabalarıyla çağdaş ülkelerin tartıştığı konularda çözüm üretmeye çalışırken, birden böyle yüzyıllar öncesinde kalması gereken bir problemle karşı karşıya kalmak son derece heves kırıcı. İşte tam da son kar tanesini eritmeye çalışırken üzerinize birden çığ düşmesi gibi bir şey… Nasıl anlatılır bilmiyorum, ama her alanda çırpınan gençlerin benzer duygularla inançlarını yitirdiğine şahit olmak bizim kuşağımız için çok yıpratıcı ve ülkemizin geleceği için kaygı verici. Bugün karar vericilerin her şeyi kenara bırakıp odaklarına alması gereken konu tam da bu.
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.