Şöyle bir mutfağa girelim… Rafların köşesinde, belki bir cam kavanozda, belki de küçük bir torbada, mutlaka görürüz onu: kekik. Kimimiz fırın tavuğun üzerine serperiz, kimimiz kahvaltıda zeytinyağına katarız. Ama kekik sadece yemeklerimize lezzet katmakla kalmaz, sağlığımıza da dost olur. Öyle sıradan bir baharat değildir o; kekik, her haliyle şifa taşır.
Anavatanı Akdeniz olan bu bitki, keskin ve karakteristik kokusuyla zaten farkını belli eder. Ama kokusunun ötesinde bir iyilik gizlidir her yaprağında. Kekik çayı mesela… Bir bardak içtiğinizde hem öksürüğünüz hafifler, hem de bağışıklığınız güçlenir. Hepatit’ten HPV’ye kadar birçok virüse karşı direnci artırdığı bile bilinir. Kadınların dönem dönem yaşadığı sancılara da iyi gelir, düzensizliklere çare olur. Karaciğeri destekler, sindirim sistemini korur, bağırsaklara dosttur. Sakinleştirir, yorgunluğa iyi gelir, enerjinizi yerine getirir. Ve evet, kilo vermek isteyenlerin de gönlünü kazanır çünkü yağ yakımını destekler.
Kekiğin sadece kurusu değil, suyu ve yağı da ayrı ayrı fayda doludur. Kekik suyu mideye iyi gelir, yağı ise romatizmal ağrılarda, cilt ve saç bakımında birebirdir. Bir nevi mutfağın değil, evin tamamının şifacısıdır.
Ama gelin biraz da hikâyesine bakalım… Benim için kekik sadece bir baharat değil. Bir çocukluk hatırası, bir anne kokusu, bir köy anısı…
Aydın’ın dağlarını bilirsiniz belki… İlkbahar geldi mi, o dağların üstü kekik kokar. Sanki toprakla güneş bir anlaşma yapmış gibi, her sabah taze taze salar o kokuyu. İşte o koku, çocukluğumun en canlı anılarından biridir. Annem elinde sepetle dağa çıkar, kekikleri kendi elleriyle toplardı. Öyle market rafından alınanlardan değil… Toprağı, güneşi, rüzgârı içinde taşıyan gerçek kekikler…
Eve döner, kekikleri ayıklar, yıkar, bir kısmını gölgede kuruturdu. Ama en çok sevdiğim şey, kekik suyunun kaynadığı anlardı. Büyük bir kazana yerleştirirdi kekikleri. Kazanın ortasına küçük bir demir leğen koyar, ardından kazanın ağzını sıkıca kapatırdı. Hava almaması için bizim “kerem” dediğimiz çamurla kenarlarını güzelce sıvar, sonra kazanı ocağa yerleştirirdi.
Su kaynamaya başladıkça, kekiklerin özleri buharlaşıp kapağın altındaki soğuk suyla yoğunlaşır, damlalar hâlinde ortadaki leğene süzülürdü. Kapaktaki soğuk su ısındıkça değiştirilir, yerine yenisi konurdu. O buhar damlacıkları kekik suyunu, onun üstünde biriken ince yağ tabakası da kekik yağını oluştururdu. Yaklaşık dört saat süren bu zahmetli işlem sonunda elde edilen sıvı, adeta şifanın ta kendisiydi.
Öksürüğümüz olduğunda, midemiz bulandığında ya da yorgun düştüğümüzde annem hemen “Sana bir kekik suyu yapayım” derdi. İçine bir damla limon sıkılırdı. İlk yudumu buruk, sonrasındaki hissi ise tarifsiz olurdu… Sanki dağın başından gelen rüzgâr içimizi serinletirdi.
Şehirde her şey kolay, her şey ulaşılabilir belki ama… O dağlardan toplanmış taze kekiğin kokusu, annemin mutfağında kaynayan kekik suyunun buğusu bambaşka. Ne zaman kekik koksa, gözüm dağlara gider, kulağım da çaydanlığın tıslamasına…
İşte kekik böyle bir dosttur. Hem soframıza, hem gönlümüze iyi gelir. Her mutfakta bulunur ama her evde bu kadar hikâyesi yoktur. Siz siz olun, bu şifalı dostu evinizden eksik etmeyin.
Kekikle kalın, sağlıkla kalın…
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.