“Daha dün…”
“Biz sizin yaşınızdayken…”
“O zamanlar…”
“Eskiden…” diye başlayan sohbetlerin birçoğu iç geçirilerek, hüzün dolu bakışlarla dinlenir. Çoğu zaman anlatıcının abarttığı da düşünülür ama hiç de öyle değildir aslında.
Günlük yaşamdır ilgi ve merakla dinlenen anlatıların başında gelen. Teknolojiden uzak yaşamın ne kadar da zorluklarla nükleer savaşa dönüştüğünü anlatanların ağzına bakar kalırız.
“Çamaşır yıkamak için köyün altından geçen dereye gider, kazanları kurar, teknelerde çamaşır yıkardık” diyen ninelerimiz…
“Öküzle sürdüğümüz tarlada yetiştirmeye çalıştığımız darının rekoltesi dönümde 400 kiloyu geçmezdi” diye anlatan dedelerimiz…
Yaşadığımız 21. yüzyılın içinde her şey teknolojik, mekanik, hatta elektronik. Her şey el değmeden hazırlanıyor, yapılıyor ve önümüze konuluyor.
“Ne kadar güzelleşti yaşam” diyesi geliyor insanın eski yaşam anlatılarını dinlediğinde.
Öyle değil işte.
Doğal zekadan uzak yaşadığımız dünyamıza başka bir gözle baktığımızda midemizin bulanmasına neden oluyoruz.
Albümlerdeki fotoğraflara bakarken Çine Çayında piknik yapan, çayda yüzen insanları gördüğümüzde “Hadi ya” demekten kendimizi alamıyoruz.
Kıyısında piknik yapılan, suyunda yüzülen o Çine Çayı şu anda irin akıtıyor. Zeytinyağı fabrikalarından bırakılan kızıl sular, peynir ve süt mandıralarından salınan sular ve bir sürü atık Çine Çayının rengini irine çevirmiş durumda.
Ben Karpuzlu Çayında öğrendim yüzmeyi. Çayın üzerine doğru eğilen söğüt dallarının üzerine çıkar kendimizi çivileme çayın serin sularına atardık. İki metreye varan derinliğe varan yerleri olurdu. Oralarda yaz başlarında saatlerce yüzerdik.
Geçtiğimiz günlerde Karpuzlu Çayına maden kimyasalı salındığı haberini aldık.
Gittik ve gördük; sonra da oturup ağladık yok olan Karpuzlu Çayının haline. Kıyısında çıkıp yaşamaya, hayatta kalmaya çalışan söğüt ağaçlarının diplerine kadar, çayın bütün debisi bembeyaz maden tozuyla kaplıydı. Su tek kelimeyle süt renginde akıyordu.
Bir tek maden firmasının saldığı suyla kirletiliyordu çay.
Bu çayda yüzdüğümüz, dalyanlar kurarak balık tuttuğumuz günler geldi aklıma. O günler; atlara binip çarşı pazara geldiğimiz, gemici fenerinin önünde Jules Verne okuduğumuz yıllar değil, daha dündü, dün.
Çiftliklerde yetiştirilen tavukların mutfağımıza girmesine izin vermeyerek beyaz et ihtiyacımızı deniz ürünleriyle gidermeye çalışıyoruz. Karpuzlu Çayı gibi dünyada binlerce milyonlarca çay var ve tamamına yakını en az onun kadar kirli ve kimyasal akıtıyor. O çayların taşıdığı sular denize gidiyor.
Kirlendi, kirlettik her şeyi.
Önce çevreyi, sonra doğayı kirlettik.
Onlarla birlikte beyinlerimizi de kirlettik.
Kirlenen beynimizin gözüyle, kirlenen çevremizi göremeyecek kadar da körleştik.
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.