Jorge Luis Borges, Evaristo Carriego isimli romanında Edward Gibbon’un Roma İmparatorluğu’nun Gerileyişi ve Çöküşü isimli eserindeki “Dokunaklılık, hemen her zaman, önemsiz bir durumun ayrıntılarındadır.“şeklindeki bir tespitine atıfta bulunmuş. Borges’in bu atıfı söz konusu romanında yazdığı “Ayrıntıların her zaman dokunaklı bir yönü vardır.” aforizmasını desteklemek için yaptığını da meramımı anlatmaya fayda sağlar düşüncesiyle burada belirtmeliyim.
Bizim de gerek günlük hayatta gerekse toplumların tarih önündeki resmigeçitlerinde bulabileceğimiz bu lafı doğrular nitelikte nice örnekler yaşamamız yahut bir yerlerden duymamız olağandır.
Dokunaklılık evet, insanın bir türküden, bir ağıttan aldığı hüznün içinde vücut bulan mahfiyet duygusunu tatmasına benzer duyguları hayatımıza ya da başka bir deyişle gidişatımıza bir ikaz niteliğinde aldığımız; yürek buruklukları, vicdani rahatsız oluşlar ve beraberinde içimizdeki bir şeyler yapmak gerektiğini hatırlatan semptomları kırbaçlayan itenek…
DOKUNAKLILIK kelimesinden çok ACIKLI kelimesi bize daha cari ve alışılmış gelecektir belki ama kastedilen hissiyatı her iki kavram da tam olarak verebilecek kalibrede.
Birinci dereceden bir yakınınızı kaybedersiniz örneğin. Tüm vakar ve metanetinizi muhafaza eder, hem cenazeyi kaldırır hem de taziyeyi kabul edersiniz.
Anlam ve aidiyet dünyanızda koskocaman bir yer kaplayan hayatınızın onun da bizzat şahitliğinde cereyan ettiği bu yakınınızı üzüntüyle birlikte ahvale uygun bir metanetle karşılar, son vazifenizi yaparsınız.
Sonra akşam olur evinize girersiniz ve o yakınınıza ait, üzerinde sürekli görmeye alıştığınız alelade bir gömleği dolapta görürsünüz ve başlarsınız ağlamaya. Tüm kasıntılıklardan uzak, tüm ayıplamalara karşı umursamaz bir duygu-durum içerisinde hıçkıra hıçkıra, höyküre höyküre ağlarsınız.
Bütün gün cenaze için koşturan, makyajı hiç bozulmadan bilinci, metaneti hiç sarsılmadan bütün gereklilikleri yerine getiren siz, deniz kumu ile yapılan deprem evleri gibi yere çöker, ağlarsınız.
O önemsiz alelade gömlek sizi yüzleşmeniz gereken ama gitmek istemediğiniz yoksunluğa götürür.
Her şeyin önceden ayarlandığı, her şeyin kurumsallaşan bir öngörü ile bir standarda kavuşturulduğu modern hayat içinde insanın vicdani, özgün ve aşkın bir duygu patlamasına izin vermeyen sistem, sizi yalnız bıraktığı şahsi dört duvarınız arasında az biraz kendinizle baş başa bırakacaktır.
Özgün ve özgür olmayan bir toplum yahut birey, samimi (ya da çırılçıplak)bir anlamda mutlu ve üzgün de olamaz mutlaka.
Münferit olarak kendinize, çevrenize ya da sisteme muhalefet edip bir akne gibi uç veren öfkeleriniz, vicdani urlarımız da olsa önceden hazırlanmış antidepresanlar, sarhoşluklar, uyuşukluklar bariyerinde un ufak olacaktır.
Neşe, konfor, mutluluk gibi kavramlar tüketimi sekteye uğratmayan, düşünmeyi merkeze almayan, eleştiriyi ve isyanı davet etmeyen duygulardır ve sistemde teşvik edilir. Oysa hüzün düşünmeye, tefekküre daha yakın hak ve adalet konusunda hassasiyeti bileyleyen ve tüketim endüstrisinde bir karşılığı ve karlılığı olmayan duygular olduğu için sistemin sıhhati düşünülerek dışlanmış ve itibarsızlaştırılmıştır belli ölçüde.
Türk toplumu çileciliği kurumsal bir tasavvuf çileciliği içinde nefis terbiyesi için bilinçli olarak değil de bir mizaç özelliği gibi her zaman tercih etmiş, ona bir kıymet vermiştir.
İnsan olmayı hatırlama durakları gibi, kendini arıtma seansları gibi, acıklı filmleri, acılı kebapları, hüzünlü türküleri, Kerbela kıssalarını hep kendine daha yakın hissetmiştir.
Güçlünün konforlu alanında poz vermektense zayıfın hüznünü paylaşma erdemi, milletimizin asli karakterlerindendir. Bunun için gerekli moral takviyesini de İslamiyet vermiştir ona ve mizacından neşet eden doğruluğunun sağlamasını inancıyla yapmıştır insanımız.
Nasreddin Hoca’ya “Hocam saz çal da dinleyelim.” demişler. Hoca da almış sazı eline perdelerde parmaklarını hiç gezdirmeden tek bir perdeden saza vuruyormuş mızrabı.
“Hocam saz böyle mi çalınır, diğerleri gibi parmaklarını perdelerde neden gezdirmiyorsun?” dediklerinde hoca cevaben:
“Ben onların aradığı yeri buldum da oraya vuruyorum mızrabı.” demiş.
Biz de hocanın yaptığı gibi nispi ve spesifik bir sondaj yöntemiyle bizi açığa çıkaran yeri bulup oradan durumu çözmeye, meseleyi deşmeye başlasak belki de daha çok şey keşfeder ve “biz kimiz” sorusunun cevabını daha çabuk ve daha doğru verebiliriz.
Özetle insanı tanımaya, toplumu anlamaya en yakın yer onun hüznünün künhüne ermek ve oraya yoğunlaşmaktan geçer.
Bizi şımartan zamane ‘’sen biriciksin, seni mutsuz etmelerine asla izin verme” yaşam mottoları kadar bizi hüzne ve karamsarlığa sokan bu dehlizler de bize zarar verebilir pekala ama yokuşları çıkmak semeresine ermek için ellerimizin kanaması, ceremesine de katlanmak gerekir.
Bağırsakların ikinci beyin ilan edilerek işkembelikten terfi ettiği iade-i itibara kavuştuğu son yüzyılda insanı ele alan sosyal bilimlerde de arabesk avamı gibi nice işkembe yaftalamasıyla tu kaka edilen kavram ve değerler iade-i itibara kavuşur belki.
Yoklamadan bilemeyiz taşın altındaki akrebi
Ya ölürüz akrep varsa ya oluruz
En azından sabahtan akşama o taşın nöbetini tutma beyhudeliği son bulmuş olur.
Evet, insanı hüznünden yakalayan insan tacirleri olarak değil de bir eşyanın aleladeliğinde saklı mana ile sarsılıp bizi insan olma farkındalığına uyandıracak, insanı hüznü aracılığıyla tanımağa çalışan insan ve toplum sarrafları sorulara cevap verebilir ancak.
Hüznü hiçbirimiz istemeyiz elbette ama meseleye buradan bakmak bize çok şey öğretir.
En azından başkalarının hüznüne hürmet etmeyi…
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.