İnsan olmak çelişkili bir durum. Ya da aslında insan kalmak çok çelişkili.
Milattan bilmem kaç yıl önce değme filozofların çözemediği konuyu benim bir denemede çözmem mümkün değil elbette ama gündelik hayatta yaşadığımız sorunlara bir çentik atar hatta azıcık sorunları kaşırım belki.
Annem çocukken bisküvili pasta yapar, kremasını da kendisi pişirirdi. O zamanlar böyle envai çeşit krema yoktu, olmadığı gibi erişilebilir de değildi, gerçi olsa da kremanın evde yapılanı makbuldü.
Yıllar geçti, o kadar çok pasta tattım, ne o kremanın ne de pastanın tadını bir daha yakalayamadım.
Bugünlerde o pastayı düşünüyorum işte.
Huzurdan mı lezzetliydi o pasta, yoksa şimdikilere göre bir hayli sade oluşundan mı?
Şimdinin pastalarını süsünden, sosundan göremiyoruz.
Beş çeşit sos, üç çeşit çikolata, dört çeşit meyve, üç çeşit krema, iki çeşit dolgu malzemesi, bir de çeşit çeşit kuruyemiş ile hazırlanmış bir pastayı düşünün. Pasta deseniz değil ama heykele benzeyen o karışımı ağzınıza attığınızda kuruyemişin mi, meyvenin mi, kremanın mı, çikolatanın mı, dolgu malzemesinin mi tadına varacaksınız?
Ahenksiz enstrümanların her biri nasıl başka telden çalınca müzik değil de gürültü ortaya çıkarsa, ahenksiz tatlardan meydana gelen o şey de ancak fiyasko oluyor işte.
Eskiler boşa dememiş; nerede çokluk, orada...
Haz, hız, çokluk sorunu...
Dervişlerde bir 'hiçlik makamı' var. Dünyaya dair her bir şeyden arî oluyorlar da 'hiç'leşiyorlar; sadeleşiyorlar yani.
Kafa karıştıran çokluk yok, ruha da bedene de ağır gelen hız yok, haz sadece anda kalındığında tercih edilen bir şey. Yani sadece huzur var bu makamda. Öyle olunca da insan kalıyorlar işte.
Bir renk bilgisidir, tüm renklerin karışımından beyaz ortaya çıkar. Bu nedenle, renkleri daha doğru algılasın diye de kameralarda beyaz ayarı vardır.
İşte o sapsade beyaz bir kabulleniştir; o kadar renge bulanırsan renk göremeyeceğini bilmenin kabullenişi bu.
Derviş milleti de bu idrakle en başta o sadeliği kabul edip nasıl hiçleşeceğinin yoluna bakıyor.
Bizim gibiler ise her renge boyandım fıstık yeşili de kalmasın diyor vuruyor hazzın, hızın, çokluğun gözüne.
Sonra da, "Huzurum kalmadı" deyip ortalarda dolanıyoruz işte.
Bugün pazartesi; ruhumuzu bedenimize dört nala koştuğumuz "sendrom günü".
Hafta ortası gelince hafta sonunu iple çekeceğiz, hafta sonu gelince ruhumuz bedenimizden boşanıp isyan edecek.
İsyan edince el mecbur bir duracağız, gözlerimizi kapatıp huzur aradığımız o esnada aklımıza annemizin yaptığı o sade, şimdikilere göre çok renksiz, özlemle yolunu gözlemlediğimiz bisküvili pasta gelecek.
Çatalı heyecanla pastaya daldırıp ağzımıza götürdüğümüz ve pasta ile damağımızın buluştuğu o anda nasıl kaldığımızı hayâl edeceğiz.
Yüzümüze masum bir gülümseme yayılacak.
Sonra da hafif buğulanan gözlerimizi açtığımızda ruhumuza ağır gelen, huzurumuzun katili hazza, hıza, çokluğa isyan edeceğiz.
Ama nafile, biz derviş değiliz ki baştan idrak edip doğrusunu kabullenelim. İlle çamura bulanır gibi bulanacağız onca renge.
Sonra şanslı olanlarımız boyana boyana beyaza ulaşacak, şanssız olanlarımız da çamurlaşmış bir şekilde hayatına devam edecek.
Ama işte, hayatta şanslı olanların sayısı ne yazık ki her daim şanssızlardan daha az...
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.