Kalemim doldu ve yazmam lazım ama anladım ki dopdolu bir kalemle yazmaya başlamak aslında çok da kolay değilmiş. Dolapta zerzevat çok olunca hangi yemeği yapacağına karar verememek gibi bir durum bu. Ama yani bir yerden de boşaltmak lazım çünkü ucu tıkanırsa maazallah kangren oluverir kalemceğiz.
Aslında çok beylik laflar falan yazasım var ama yaş aldıkça beylik laf etmek için çok fırın ekmek yemek gerektiğini anladığımdan, lafımı sözümü tartarak konuşmak daha tehlikesiz geliyor bana. Bir de bu beylik laflara gıcık kapmaya başladım ama tamamen felsefi nedenlerden, yoksa beylik laf etmeye karşı temkinli yaklaştığımdan falan değil.
Beylik laf derken; “şu şudur, bu da budur” türünden tanımlayıcı, ille de doğru görünen laflardan söz ediyorum; yargı koyan, üstüne söz söylenmeyecek gibi fiyakalı duran laflardan. Okunduğunda ya da duyulduğunda, “evet ya işte bu” denilen ve duyanı ya da okuyanı söylendiğinin dışında düşündürmeyecek, sadece “doğru” dedirtecek, doğru dedikten sonra da yanlışlığı üzerine şüpheye bırakmadığından sorgulatmayacak laflardan söz ediyorum.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi gibi, üzerine henüz bir metin yazılmadığı iddia edildiği için tartışma yürütülmesinin mümkün görülmediği sözlerden yani. Üstüne tartışmak meleklerin cinsiyetini tartışmak gibi olur denilenlerden; aslında erken karar vermeseydik, bir konuşsaydık belki başka bir şey çıkardı ortaya.
Şimdilerde öylesi olgulara ‘kadim’ de diyorlar; insan evladı öyle bir laf ediyor ki, ‘kadim söz’ gibi... Yani eskiden öyle bir söz söylenmiş ki, aynen Beyannamede olduğu gibi üzerine söz söylenmediği için o sözdeki yargı doğru kabul edilmiş.
Bir de eskiden söylendiği için ‘kadim’ olmuş. Yani hem ‘beylik’ hem de ‘kadim söz’. Doğruluğu şeddeli türden.
Sosyal medyada alıntılanan şair ve yazar sözleri gibi sözler örneğin.
Efendim Tolstoy demiş ki; “Nasıl kafa sayısı kadar düşünce varsa, kalp sayısı kadar da sevgi çeşidi vardır.”
Şimdi bu sözü duydum ya da okudum ve like’ı da bastım mı, iş bitti. Çünkü doğru kabul ettim, doğruluğuna hayran oldum. Yani aldım kabul ettim(şimdiki moda da bu) Bir de mantıklı buldum; evde 5 kişi yaşıyoruz 5’imizin aklı da birbirinden başka çalışıyor, bunu dünyadaki insanlar üzerinden düşünürsek, insan sayısı kadar akıl, kalp sayısı kadar sevgi türü olmasından daha mantıklı ne olabilir sonuçta…
İyi de baba, o iş öyle ise örneğin 90’larda çocuk olan şimdinin yetişkinlerinin düşünme biçimleri neden birbirinden kopyası gibi görünmeye devam ediyor gözümüze? Yahut şimdi Z kuşağı dedikleri nesli neden aynı kefeye koyarak yargılarda bulunuyoruz sürekli?
Koyuyoruz çünkü benzer şeyleri düşünüp benzer şeyleri yapmaktan hoşlanıyorlar. 90’lar kuşağı da öyleydi. Ya da daha genelleyelim; Orta Doğu zihniyeti diye genel geçer bir tanımlamayı hangi saikler üzerinden yapıyoruz? Yapıyoruz, çünkü Orta Doğu halklarını Batı’dan ayıran bazı ortak davranış biçimleri var.
İnsan sayısı kadar düşünme biçimi olsa idi, başında akıl taşıyan her insan birbirinden tamamen farklı davranıyor olmaz mıydı? Farklı davranmıyorsa; ki öyle görünüyor, insan sayısı kadar düşünce var önermesi çok da doğru olmuyor demek ki.
Ama şimdi bana sunulan ve herkesin duyduğunda ya da okuduğunda hayran olduğu ve doğruluğunu kabul ettiği bir ‘kadim söz’ü neden durduk yerde irdeleyeyim, düşüneyim, neden durduk yere ‘elden ayrıksı’ ya da ‘çıkıntı’ olayım? Hem ben deli miyim, buna neden vakit harcayayım, başka işim mi yok? Şimdi onu irdeleyeceksin, düşüneceksin, düşünmek için vakit ayıracaksın, aksini ispat etmek için belki araştırma falan yapman gerekecek. Şurada güzel güzel dizi izlemek varken ne gerek var bunlara?
Aslında belki de gerek yok da, insan işte can sıkıntısından ne yapacağını bilemediğinden öyle dertlere sokabiliyor başını. Düşünüyor, sonra harekete geçmek zorunda kalıyor, ondan sonra on bin tane iş… Aldın mı başına belayı…
Felsefede bir şey doğru olarak kabul edildiği ve sorgulanmadığında ona ‘dogmatik’ diye bir tanım yapılır. Toplumca bir şeyi sorgulamaz isek, hepimiz doğruluğuna kani olmuş isek bu artık dogmatik bir bilgidir. Orada da zaten felsefe olmaz. Aldım, kabul ettim; kabul ettiysem üzerine düşünmeme gerek yok.
Allah’tan dünya tarihinde insanlar hep alıp kabul etmemiş de,mağara devrinde elimizde mızraklarla avlanmaya devam etmemişiz.
Buradan yola çıkarak, kabul etmenin kabul etmeme ihtimalimiz olanlardan bir vazgeçiş olduğunu da söylemek mümkün elbette. Bununla bağlantılı olarak, insan denen canlının yaşı ilerledikçe kabul etme ya da vazgeçiş halinde yükseliş eğilimine geçtiğini de söylesek yanlış olmaz.
Yaş aldıkça toplumsal dayatmaları kabul eder hale gelişimiz, arkadaş sohbetinde ‘giderek gelenekselleşiyorum’ demelerimiz, on yıl önceki deli tepkilerimizden, hayırlarımızdan vazgeçişlerimiz hep bu kabul etmelerden işte. Hep bu vazgeçişlerden…
Ben beylik sözden örnek vereyim, siz yerine başka bir şey koyun.
Bir de kabul etmemek için diri olmak da lazım. Diri olmak için (iri demeyeceğim beklemeyin) düşünmeyi elden bırakmamak; düşünmeyi elden bırakmamak için de vakit ayırmak…
İyi de baba, yaş ilerledikçe hayat sorumluluğu da artmışken, elin işine bilmem kaç saat koşturduktan sonra eve gelip iki soluklanacakken sosyal medyadan (birkaç yıl önce televizyon idi) beylik laflara bakıp “he ya adam doğru demiş” demenin dayanılmaz kolaylığı varken, ışıkları kapatıp “haydi ben bir düşüneyim bugün ne yaptım” diyecek kaç yorulmamış babayiğit var şu dünyada?
O babayiğitler ki, halâ içindeki çocuğu öldürmemiş olanlar.
İşte böyle; ben bu satırları yazıyor iken dünyadaki insan sayısı kadar beyin aynı şeylere bakıp kendini yormadan vakit geçirecek, çok az sayıdaki canı sıkılmış beyin de her şeye rağmen yorulmaya, sorgulamaya devam edecek.
Tüm beylik laflara ve ezberlenmiş yaşamlara rağmen içindeki çocuğu öldürmeyen yorgunlara selam olsun ulen…
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.